18 Temmuz 2010 Pazar
Balıkesir'de Gazi Ece Amca Ve Ben, Öykü Kitabı, Yazar Can AKIN
SUNUŞ VE TEŞEKKÜR
Ülkemizde ve dünyada Ece Amca gibi kendini İnsanlığın Gelişiminin ve Geleceğinin, bilinçli bir şekilde inşasına adamış Kahramanların hep var olmasını diliyorum.
Günümüz dünyasına baktığımızda ancak televizyonlarda veya hikaye kitaplarında rastlanan kahramanların, gerçek yaşamlarımızda hiç olmadığını görüyorum.
Çocuklarımızın, gençlerimizin ve hatta biz yetişkinlerin, bir on sene sonrası için, kendimizi topluma daha yararlı bir hale getirmek veya toplumsal gelişimin şöyle ucundan eğreti olsa bile tutmak için ne arzusunun ne de adanmışlığının olmadığını izlemek hepimizi üzüyor.
İçimizden toplum için bir şeyler yapma olgusu bir yana artık kendi gelişimimiz için bile bir şeyler yapma ve bir şeyleri değiştirme, daha iyiye daha olumluya gitme hayallerimiz, günlük yaşam mücadelesinin arasında kaybolup gidiyor. Tıpkı düşlerimizden eriyip giden güzel dünyamız gibi.
O kadar alışmışız ki, monotonluğun güvencesine, sıradanlığın tekdüze yapışkan rahatlığına, bildiğimizi sandığımız ve değiştirmekten korktuğumuz inançlarımızın ve kalıplarımızın konfor hapishanesine.
Ne zaman kendimizi bu sıradan hayal dünyanın dışına atmaya çalışsak, yaşamın kargaşası ve belirsizliği olanca gücüyle gelip bütün kaçış yollarımıza oturuyor. Ve biz sönen heyecanımızın hayal kırıklığı ile başımız yerde, eski alışkanlıklardan oluşan yaşam hapishanemize geri dönüyoruz.
Kendimizde dahil kimselere yardım edemiyoruz, hiçbir şeyi hiçbir şekilde değiştiremiyoruz. Çünkü kendimizden yapabileceğimizin dışında, bizi aşan, hayallerimize bile sığmayan bir şeyleri başarmak istiyoruz.
Halbuki yaşam; an be an renklendirilen ve oluşan canlı bir tablodur. Bu tablo da her gün farkında bile olmadan eyleme dönüştürdüğümüz küçük fikirlerle renklenir ve görünüşe çıkar.
Siz yeter ki önce içinizde bir kez karar verin; Yaşamı daha anlamlı, daha insanca yaşamaya ve yaşadıklarınızı da bir şekilde diğerleriyle paylaşmaya.
Siz yeter ki bir kez karar verin, küçük bir çocuğun, bir yetişkinin, ailenizin, insanlığın kahramanı olmaya.
Siz yeter ki bir kez karar verin, kendinizi, İnsanlığın Gelişiminin ve Geleceğin bilinçli bir şekilde inşasına adamaya.
Siz karar verin Gerçek bir Kahraman olmaya, gerisi ardı sıra gelecektir.
Siz bilmeseniz de, sizi diğerleri bilecektir. Gerçeği ve iyiliği hiçbir karanlık örtemez.
Bu kitabı Ece Amca'ya, ismi bilinmeyen Gerçek Kahramanlara ve Kahraman olmaya karar verenlere adıyorum.
CAN AKIN
.
.
"İnsanoğlu yaratılmışların en üstünü ve şereflisi olarak yaratılmıştır. Ancak insanı insan yapan hayat için önemli zorunlu ve gerekli olan değerleri araştırmak, bulmak ve tatbik etmekle mümkündür."
MEVLANA
.
.
CAN AKIN YAŞAMINDA ŞUNU UNUTMA:
"Yaşam başkalarıyla paylaşıldığında, kendimizi insanlığın ve genç nesillerin; onurlu bir şekilde, insanca yetişmesine adayabildiğimizde anlam kazanır.
ECE AMCA
.
"Yaşam başkalarıyla paylaşıldığında, kendimizi insanlığın ve genç nesillerin; onurlu bir şekilde, insanca yetişmesine adayabildiğimizde anlam kazanır."
ECE AMCA
"Gerçek Kahramanlar, içimizde bizden biri olarak yaşayan, kendini gösterişten uzak insanlığın gelişimine adayan, büyük değişimleri, küçük çabalarıyla değiştirebilme cesaretinde olanlardır."
"Kahramanlık, kendini insanlığı sevmeye onurlandırmaya adamışlıktır."
CAN AKIN
TEŞEKKÜR
Bu günlere gelmemde bana ve onu tanıma fırsatını yakalamış olan okul arkadaşlarıma; sevgisiyle, bilgisiyle, desteğiyle yardımcı olan Ece Amcaya, öğretmenlerime, can arkadaşlarıma ve can dostuma gönül dolusu teşekkür ediyorum. Ayrıca bu yaşamımın bir parçasını Şair ve Yazar Nilgün Nart Hanıma anlattığımda "Bunu mutlaka kitap yapmalısın" önerisi ile hazırladım... Kendisine teşekkür ediyorum..
.
.
Ayrıca Balıkesir Atatürk İlköğretim Okulu Öğretmenleri Okulun önüne kocaman bir Atatürk Fotoğrafı ile "Eğitim Çocuğu Sevmekle Başlar" Sözüyle Türkiyenin en Başarılı öğrencilerini yetiştirmeye devam etmektedir...
TEŞEKKÜR EDERİM...
.
.
BİRİNCİ BÖLÜM
Küresel Isınma
Çocukluk anılarımın sisli görüntüleri arasında bana öğrettiklerini ve kendisini asla unutamadığım birisi vardı. Kurtuluş Savaşı Komutanlarından Gazi Ali Saip Ece Amca.
Onun ile ilgili anılarımı yıllar, olaylar hiçbir şekilde etkilememişti. Hepsini şimdi yaşamışım gibi hatırlıyordum. Ne zaman onu düşünsem veya aklımdan geçirsem, yüzüme hüzünlü bir gülümseme yayılırdı.
Ve "Canoğlum!!" diyen asker vurgulu sesini duyardım kulaklarımda. Onun gibi birisini tanımış olmanın, ondan hayatın inci değerindeki manalarını öğrenmenin ne kadar önemli ve güzel olduğunu düşünürdüm.
.
.
Ece Amca ile tanışmış diğer arkadaşlarım gibi, ben de çok şanslıydım. Balıkesirli olmak sınıf arkadaşlarımla birbirimizi yıllar sonra arayıp bulmamız için iyi bir nedendi. Bizim zamanımızda televizyon hiç yoktu, radyoda çok azdı. Balıkesir'de iki öğrenci karşılaştıkları zaman, birbirlerine hemen sorarlardı:
"Ece Amca sizin okulda ne söyledi" der ve koyu bir sohbet başlardı.
Ama Ece Amca'nın öğrencileri olmak ve onu tanıyor olmak gerçek nedenimizdi.
Hepimizin kalbinde derinlere yerleşmiş bir sevgisi vardı.
Balıkesir'deki İlkokul ve Ortaokul öğrencilerinin çoğu onu okullarında ahlak konusunda yaptığı konuşmalardan ve konferanslardan tanırdı. Hayatını Türk Milli Eğitimi'ne adamıştı. Ece Amca 1910 yılında Harbiye'den mezun olduktan sonra I.Dünya Savaşında; önce Süveyş ve sonra da Çanakkale Cephesinde savaşlara katılmıştı. Savaşta yaralanarak 1934 yılında Binbaşı iken malulen emekliye ayrılmış ve Balıkesir'e yerleşmişti. O tarihten itibaren kendini çocukların yetiştirilmesine ve eğitimine adayan Ece Amca, Balıkesirli öğrencilerin kahramanı ve öğretmeni olmuştu.
Babasından ona kalan miras ve kendi gazi maaşıyla Balıkesir'in köylerinde 12 tane, şehrin merkezinde de bir tane Ece Amca İlkokulu'nun kurulmasına yardımcı olmuştu.
.
.
Ece Amca ile çok uzun yıllar önce tanışmıştım. O zamanlar ben Balıkesir Atatürk İlköğretim Okulu birinci sınıfına gidiyordum.
Her Salı günü okulumuza uğrar ve okulda bulunan öğrenciler ile konuşur, bize ders alacağımız öyküler anlatır, örnekler verir, nasihatler ederdi.
Okula her gelişinde; elinde ya bayat, ya da taze bir ekmek bulunurdu. Ama elinde mutlaka bir ekmek olurdu. Onu görür görmez hemen etrafına toplanır ve merakla dinlemeye başlardık. Çocuklarından gurur duyan bir babanın edasıyla önce tek tek başımızı okşar, hepimize usturuplu bir asker selamı çaktıktan sonra torbasının içindeki ekmekleri eline alarak anlatırdı.
Ece Amca'nın geldiği günlerden bir Salı günü hepimiz onun etrafını sardık. Elinde yoldan topladığı ekmekleri koyduğu, bir ekmek torbası vardı. Ekmeği yukarı kaldırarak,
Ece Amca:
"Çocuklar bakın bu gördüğünüz ekmeklerin arkasında hangi fırında yapıldığını gösteren bir pul bulunmakta. Herkes genelde bu kısmı kopararak atar. Ben her ekmek aldığımda pulları koparıp topladım. Her pulun arkasında büyükçe bir ekmek parçası da beraberinde geliyordu. Arkalarında ekmek bulunan tam elli adet pulun ağırlığı bir ekmek etti. Bir düşünün bakalım. Anne Babanız bayatlayan ekmeklerin ne kadarını çöpe atıyor." dedi ve derin bir iç çektikten sonra sözlerine devam etti…
"Çocuklar bir gün gelecek dünyada açlıktan insanlar ölecek. Ölmekte olan insanlara Akbabalar saldırıp yiyecek. Ekmekleri ve yiyecekleri bu nedenle çöpe atmayın. Kopartılan pulların arkasındaki ekmek parçasını kemirin yiyin. Hiçbir şeyi ziyan etmeyin. Çöpe attığınız her yiyeceği bir gün arayacaksınız. Dünya nüfusu gittikçe artıyor. Ve bir gün gelecek yiyecekler yetmeyecek" dedi.
Hepimiz hep birlikte akbabaların insanları yiyecek olmasına çok güldük. Bize gerçek gelmedi. Bir kuş insanı yiyebilir mi diye düşündük. Ama her şeye rağmen insan yiyecek kuş olan akbabayı da görmek istedik. Ders kitaplarımızdan ve o günkü yardımcı kitaplardan insan yiyen kuşun resimlerini bulmaya çalıştık ama hiçbir resim bulamadık.
Bizim ilkokula gittiğimiz dönemde, öğrencilerin yararlanabileceği kaynak olarak sadece birkaç ansiklopedi vardı. Ve onların içindeki resimler de her zaman bit kadar küçük olur ve içindeki şekli görmeye çalışmaktan gözlerimizin feri tükenirdi. Ne kadar dikkatli bakarsak bakalım yine de gazeteye düşmüş mürekkebin siyahından başka bir şey göremezdik.
Bir daha ki hafta Ece Amca okula geldiğinde ona Akbaba resmini okul arkadaşlarımla birlikte her yerde aradığımızı ama bulamadığımızı ve onu görmeyi çok istediğimizi söyledim. Neredeyse bütün Balıkesir'i aramıştık. Fakat hiçbir yerde bulamamıştık.
Ece amca şefkatle başımı okşadı. Ve "Balıkesir'e büyük bir kütüphane kurmamız gerekiyor. Aradığınız kitapları, resimleri, bilgileri bulamıyorsunuz ve tam anlamıyla bir konuyu inceleyemiyorsunuz. Bu çok büyük bir eksiklik, inşallah bir gün bu şehirde büyük bir kütüphane kurulur Can." demişti kararlı bir sesle. Bilgi açlığım onu çok duygulandırmıştı.
Ben de ona;
"Neden sana Ece Amca diyorlar" dedim.
Kısık bir sesle güldü ve bana;
"Sana cevabını bildiğim soruları sor demiştim. Kendimle ilgili hiçbir şey bilmem. Ama derslerinle ilgili senin öğrenmek isteyeceğin her şeyi bilebilirim. Hoşçakal." dedi.
Haftaya resimle birlikte geleceğini söyleyerek okuldan ayrıldı.
Ne demek istemişti anlayamadım?
Ece isminin ne anlama geldiğini çok merak ettiğim için hemen ders başladıktan sonra öğretmenime sordum. Öğretmenim de Ece Amcaya akıl hocası manasına gelen, bilen anlamında "Ece" ismiyle hitap edildiğini ve bu isminde ona yakıştığını çünkü kendisinin gerçekten bilge bir insan olduğunu, insanların iyiliği ve mutluluğu için karşılıksız bir şekilde çalışarak ömrünün geri kalanını insanlara adadığını söyledi.
O anda Ece Amca bir kez daha gözümde ve gönlümde büyüdü. Anlattıkları ve öğrettikleri hayatım boyunca içimde bir ışık oldu. Ve orası, o ışık, Ece Amcanın ışığı; ben ne kadar okursam okuyayım ve ne kadar mesleğimde yükselirsem yükseleyim, kimleri tanırsam tanıyayım asla kaybolmadı. O ışığı, ne malın mülkün cümbüşlü renkleri, ne de insanların sahte gülüşleri ve ihanetleri karartabildi.
Her zaman içimde bir ışık yandı ve büyüdü. Bu ışık her doğruyu seçişimde, İnsani erdemlerimi unutmayışımda, her şartta vicdanlı, adaletli bir insan kalışımda, diğerlerini, dünyayı da düşüncelerimde ve eylemlerimde kabul edişimde, daha da büyüdü.
Hayatım boyunca felsefesi, yaşamı, yaşayışı, insan sevgisi ve hizmeti, manevi dünyamı etkilemiş insanlardan biri Mevlana ve diğer kişi de Ece amca idi. İkisini de öğretmenim ve önde yürüyenim kabul ettim. Ve onların ışığından ayrılmadım.
.
.
Seni Andım Mevlana
Kanatlarıma yüklediğim sonsuz sevgini,
Çıngın ile yanan uçsuz yüreğimi,
Huzur dolan her hücremi,
Dolaştım durdum toprak, gök ve denizi,
Her dilde anlattım durdum,
Mevlana'nın bitmeyen sevgisini
Gezdiğim her yerde seni andım Mevlana,
Gittiğim her sokak ve şehre seni taşıdım,
İlahi sevgi ışığınla aydınlandım,
Ve insanları sevginle aydınlattım,
Huzur okyanusunda
Bir damla suda çoğaldım,
Seni andım Mevlana,
Gittiğim her yerde seni anlattım,
Anlattıkça çoğaldım,
Çoğaldıkça kalktı gözümdeki perde,
Yüreğimdeki huzur
Ve ben sende buldum içimdeki derde çare.
Nehir oldum deli deli akan,
Irmak oldum çağlayan tasan,
Deniz oldum dalga dalga vuran,
Okyanus oldum derin ve sakin ulaşılmayan,
Ben sende,
Ben oldum sonsuz huzuru ruhuma kazıyan.
Güneş oldum sevginle ısıtan,
Sevgi tohumlarını yeşertip,
Boy boy sevgi çiçekleri açtıran,
Dertlere merhem,
Hastalara derman,
Sevginin ışığını her yere yansıtan
Gezdiğim yerlerde adin duruyor,
Baktığım her yerde
Varlığın dile geliyor,
Var olmanın huzuru ruhuma doluyor
Bu Can;
Ancak sende huzuru buluyor.
Ben bir Can, Sen bir Can,
Her yer Can.
Gelin Can'lar birlik olalım,
İlahi askla yanıp tutusalım,
Fani dertleri unutalım,
Gönül gözünde buluşalım.
CAN AKIN
Kahraman olmak veya bilge olmak, yol gösteren olmak, karanlıkların içinde bir ışık gibi yanmaya her an diğer kardeşlerin için hazır olmak ve yanmak ne kadar önemliydi.
Yaşamın akışı içinde kaç kere ruhumuzun derinliklerinde kayboluyorduk.
Kaç kere dünyada yolumuzu şaşırmış ve kimsesiz kalmıştık. Kaç kere düşüp kaç kere kalkıp yürümüştük. Ruhumuzu kimler kaldırmıştı yerden. Hangi erdemlere sarılmıştık insan olduğumuzu hatırlamak ve gerçek bir insan olabilmek için.
Ece Amca bir hafta sonra Salı günü geldiğinde elinde bir kitap vardı. Hemen koşarak yanında toparlandık. O da elindeki kitabın sayfalarını şöyle bir karıştırdı ve bize kitaplardan bulduğu bir "Akbaba" resmi gösterdi.
Tüyleri yolunmuş gibi duran kara kuru bir kuş vardı resimde.
"Bu mu bizi yiyecek?" dedim.
Ve kahkahalarla güldüm. Neredeyse kendimi gülmekten kaybetmiştim. Çok ama çok güldüm.
Küçüktüm, çocuktum.
Hayatımda çok fazla beni neşelendirecek sevindirecek hiçbir şey yoktu. Aile içinde sürekli şiddete maruz kaldığım için küçük yaşta dünyam kararmıştı. Bazen gülmeyi bile unutuyordum.
Akbabanın kel, kuru ve yoluk halini görünce, içimde birden komik bir şeyler hissettim. Çünkü bizi yiyeceği söylenen "Akbaba" isimli kuş insanlar için bir tehlikeydi. Gördüğüm resimden bana hiçte tehlikeli gelmemişti.
Halbuki; benim için tehlike ve şiddet evdeydi. Her zaman dayak tehlikesine ve babamın şiddetine maruz kalarak yaşıyordum. Benim çocuk aklımla bilebildiğim tehlike sizden büyük ve güçlü olmalı ve yaşamınızı tehdit etmeliydi.
Küçük - yoluk Akbaba gibi bir kuşun tehlike olabileceği düşüncesi benim fena halde gergin vücudumda ve ruhumda şok etkisi yarattı. O kadar çok ve abartılı bir şekilde gülmüşüm ki, bütün okul başıma toplandı. Ve herkes de benim gülüşüme gülmeye başladı.
Hep birlikte bütün okul bir kuşun yakın gelecekte biz insanları yiyecek olmasına güldük.
"Bir kuş insanları yiyecekmiş!!!… Haha hahahh…."
Ece Amca da;
"Evet bir gün gelecek bu kuş insanları yiyecek."
.
.
1-Tatlı su kaynakları tükenecek.
2-Dünyada yiyecekler azalacak.
.
.
3-Ekilebilir topraklar kuruyacak ve bitecek.
4-Bir gün gelecek hava bile tükenecek.
.
.
"Bu nedenle şimdiden tutumlu olun."
"Ülkenizin değerlerini, toprağını, suyunu canınız gibi koruyun."
"Anne babanıza saygılı olun ve onları sizi büyüttükleri için sevin."
"Dürüstlükten ve iyilikten güzel ahlak geliştirmekten korkmayın."
"Birbirinize kötülük yapmayın."
"İyilik ve güzellik insana yakışır."
"Ve bütün dünya güzel ahlakı insandan bekler."
"Ve siz insanoğlu insan olun"
"O an kötü duruma düşecek belki de aç kalacak ve her şeyinizi kaybedecek bile olsanız, insan olmayı sakın ama sakın unutmayın."
O zamanlar dediklerinin hepsini anlamamıştım. Ama hiç birisini de unutmadan hafızamın bir yerlerine özenle kayıt ettim. Mutlaka bana lazım olacaklardı. Onlar benim hazinemdi.
Ece Amcanın benimle ilgilenmesinden ve akbabanın resmini unutmayarak okula getirmesinden çok etkilenmiştim. Hiç kimse benimle bu kadar yakından ilgilenmemişti. Ben de ona, onu sevindirebileceğim bir şeyler vermek istiyordum.
Fakat ona verebileceğim hiçbir şeyim yoktu. Ne yapabilirdim? Aklıma onun bir asker olduğu ve arkadaşlarımı sıraya dizerek onun için ufak bir tören düzenleyebileceğimi düşündüm.
Sınıftaki arkadaşlarımı toparladım. Hep birlikte aşağıya indik. Atatürk Büstü'nün önünde on beş arkadaşımı eşit aralıklarla sıraya dizdim. Ece Amca'yı beklemeye başladık. Okulun kapısından Ece Amca görünür görünmez var gücümle "diiikkkkkaaattt" diye bağırarak;
"Atatürk İlkokulu görüş ve emirlerinize hazırdır efendim." dedim.
Arkadaşlarım komutu alır almaz gürültülü bir şekilde esas duruşa geçti.
Etraftaki herkes heyecanla bizi seyrediyordu.
Ece amca yanımıza geldi ve yüzünde onere olmanın gururuyla bizi selamladı. Ve tek tek her arkadaşımın önüne gelerek tokalaştı ve başını okşadı. Sıradan gidiyordu.
Sona yaklaştıkça kuyruğa bir on kişi daha ekleniyor, arkasından bir on kişi daha ekleniyordu ve biz ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Yukardan bakan öğretmenler de aşağıya koşarak inip sıraya geçtiler.
.
BALIKESIR ATATURK ILKOGRETIM OKULU - ECE AMCA
.
Simitçi koştu. Şekerci zaten sıradaydı. Sabah vakti çocuğunu okula bırakan üniformalı ve sivil veliler mütemadiyen ciddi bir şekilde sıraya girerek Ece Amca'yla tokalaşıyor ve onun başını okşaması için bir çocuk edasıyla kafasını ona doğru uzatıyordu. O da bir baba asker duruşuyla karşısındaki kişinin elini tutuyor ve başını sevgiyle okşuyordu.
Herkes sanki büyük bir oyunun katılımcısı gibi sahnede yerini alıyor, rolünü oynadıktan sonra çıkıp gidiyordu. Bir ara iyice oyuna kendimizi kaptırdık.
Yan taraftaki sınıfın öğretmeni Suna Hanım ve Teğmen eşi de sıraya girmişti. Eşinin üzerinde üniforması vardı. Sıra Teğmene geldiğinde o kadar yüksek sesle kimliğini takdim etti ki herkes çok duygulandı ve titredi.
.
Ve merak içindeydik. "Ece Amca bu Teğmeni bizden daha çok sever mi?" diye düşündük. Beklediğimiz olmadı ve Ece amca bize nasıl sarıldıysa ona da öyle sarıldı ve bize doğru dönerek
"Siz hepiniz benim askerlerimsiniz. Ve siz hepiniz benim için aynı değerdesiniz. Çünkü hepiniz önce insansınız." dedi.
.
.
Nihayet İstiklal Marşını okumak için gerçek sırayı oluşturduğumuzda, bizim düzenlediğimiz tören de bitmişti.
Okul müdürü yanıma geldi ve;
"Can oğlum senin yüzünden birinci dersi kaçırdık ama bu gün çok güzel bir gündü. Sen bu günümüzü bir bayrama çevirdin. Buna değerdi. Sana teşekkür ederim." dedi.
Coşkuyla Marşımızı söyledikten sonra sınıflarımıza ilerledik.
Ece Amca da şehirdeki başka bir okula gitmek üzere okuldan ayrıldı.
Uzun, uzun baktım onun arkasından. Öğrencileri ve askerleri ne kadar çok seviyordu. İyi ki Balıkesir'e gelmiş ve bu şehre yerleşmiş diye düşündüm.
Kendisi bildiğim kadarı ile İzmir'den buralara, savaşta yaralanıp yurtdışında tedavi gördükten sonra yerleşmek için gelmişti.
.
.
İKİNCİ BÖLÜM
Çanakkale Geçilmez
Bir keresinde Ece Amca, bana Balıkesir'i çok sevdiğini söylemişti.
"Can bu şehir de beni etkileyen ve buraya bağlayan başka bir şeyler var. Şimdiye kadar pek çok yer gördüm, ama kendimi hiçbir yerde buradaki kadar evimde hissetmemiştim. Buranın toprağı suyu insanı her şeyi başka" demişti.
Ömrünün sonuna kadar mücadele eden, yaşamaktan, doğrunun yanında durmaktan, doğruyu söylemekten asla vazgeçmeyen, eğitime her zaman ve her yerde devam eden, bıkıp usanmadan tutumlu olmamızı bize öğütleyen bir İstiklal Kahramanıydı. Onu yakından tanımak ve ruhuma değer katışını, insanlık vizyonumu şekillendirmesini, yaşamı olduğu gibi ilk elden tanımama yardımcı olan bir insanı izlemek ve dinlemek benim için paha biçilmez değerdeydi.
Ne kadar şanslı bir insanmışım diye düşündüm. O günlerin değerini bilmeden ama hakkını vererek yaşamıştım. Hiçbir anımı unutmamıştım. Hepsini yıllar geçtikçe daha da özenle saklar ve değerinin artmış olduğunun bilinciyle başkalarına da anlatır olmuştum.
Ahh Ece Amca iyi ki seni tanımışım dedim.
Ve derin bir minnettarlık duygusuyla doldum. Şimdi hazırlamakta olduğum Küresel Isınma ve İnsan Bilincinin, Sevgi Bilincine dönüşmesi, toplumun değişim dinamiklerini anlatan kitabımı yazarken Ece Amca'yı ne kadar çok hatırlıyordum.
Onun bana öğrettiklerini, kendisini Mevlana gibi insanın iyiliğine hizmet etmeye adayışını, sevgisinin hayatımızda neleri değiştirebildiğini tekrardan gözden geçirerek, insanların nasıl dürüst, tutumlu, erdemli, şerefli bir yaşam sürmek için değişebileceklerini, sevmeyi ve sevilmeyi insan onuruna yakışır şekilde yeniden öğrenebileceklerini yazmaya ve çok insana ulaştırmaya çalışıyordum. Bu dünyada hep birlikte sevgi ve huzur içinde yaşayabilmek adına.
Ben derin düşüncelere dalmışken bir ara için kalbim kasıldı. Sanki hatırlamak istemediğim derinlere gömdüğüm bir şeyler boğulurcasına su yüzeyine çıkmaya çalışıyordu. Daha fazla dayanamadım ve hatırlamak istemediğim bir anıma izin verdim. Hayatımda hiç unutamadığım ve beni derinden yaralayan görüntüler ve duygular bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçmeye başladı.
O günü hiç ama hiç unutmadım. Unutamadım. Anıların izleri vücuduma ve belleğime öyle bir işlendi ki yaşadığım yıllar boyunca çocukluğumun büyük acılarına nedenler bulmaya çalıştım. Ve yıllarca bu kötü hatıralar ellerimin arasında kaldı. Hayatımda, onları yerleştireceğim bir yeri asla bulamadım.
.
.
Ailemle birlikte Balıkesir'in dışında okuluma dört kilometre uzaklıkta Ağır Sanayi sitelerinin bulunduğu resmi devlet lojmanlarında otururduk.
Babam memur olduğu için biz fakir bir aileydik. Ay sonunu bir türlü getiremezdik. Her yıl okullar açıldığı zaman kıyafetlerimi Okul Aile Birliği alır ve beni giydirirdi. Alış verişe gideceğimiz gün, öğretmenim beni elimden tutar, Salı pazarına götürür, ayakkabı, önlük, kitaplarımı ve defterlerimi alırdı.
Okul hayatım boyunca her şeyden mahrum ve arkadaşlarımı refah içindeki yaşamını uzaktan izleyerek geçirmiştim.
Hayatımda her şey benim için büyük güçlüklerle doluydu. Karnımı doyurmak, giyinmek, okula gidip gelmek.
Altı yaşımdayken okula tek başıma gitmek zorundaydım. Akşamdan saatimi kurar ve her sabah evden okula gitmek için erken bir vakitte yatağımdan kalkardım. Küçük bir çocuk için, her gün oldukça uzun bir yolu yürümek durumundaydım. Yaz mevsiminde gün erken ağardığı için sabahları aydınlıktı.
Ama kış ve sonbahar geldiğinde okula gitmek için yürüdüğüm yol çok karanlık olurdu.
Ve ben bu uzun yürüyüşten çok korkardım.
Her taraf ıssız ve karanlık gölgeler halinde önüm sıra ilerlerdi. Sanki her ağacın arkasından bir şey fırlayacak ve beni alıp götürecek gibi gelirdi. Ve ben neredeyse koşar adımlarla yürürdüm.
Okul yolunun iki kilometrelik kısmı benim için çok eğlenceli geçerdi. Sırasıyla önce Demirdöküm fabrikasındaki Tülükabaklar, arkasından Balıkesir Mezbahası ve askeriyenin Ordu Donatım isminde bakım ve tamir fabrikası yer alırdı.
Bu yol şiddet içinde geçen çocukluğumun dışında en eğlenceli anılarını yaratırdı.
Önce beni fabrikanın yanına yaklaşınca görür görmez ellerini havaya kaldırıp tıpkı bir aslan gibi pençe yaparak "böööööö" diye korkutan Tülükabaklara rastlardım. Ve her seferinde de çok korkardım. Onlara "Tülükabaklar" ismini beni korkuttukları ve gerçekten simsiyah oldukları için takmıştım.
.
.
Çünkü Demirdöküm fabrikasında her sabah büyük fırını yakarlar ve onu oldukça kızgın hale getirirlerdi. Sonrada fırının içine attıkları büyük demir parçalarını, kor haline gelince alırlar ve büyük silindirler arasından geçirerek on metre uzunluğunda ince inşaat demiri yaparlardı. Bu işlemi yaparken vücutlarının her tarafı, büyük fırının önünde çalışmaktan is olurdu.
.
.
Ben de kapkara adamlardan korkardım. Ve onların karalığı bende sanki tüylülermiş gibi bir izlenim yaratırdı ve onları görünce korkudan tabanlarımı yağlayarak kaçmaya çalışırdım. Fakat her seferinde beni tutarlar ve bana bir matematik problemi sorarlardı. Beni tipimden Kızılderili bir çocuğa benzettiklerinden kendi aralarında adımı "Beyaz Kartal" koymuşlardı.
.
.
İçlerinden birisi beni yakalayarak;
"Söyle bakalım Beyaz Kartal! Beşi beş kuruştan beş yumurta kaç para yapar" diye sorar cevabı, bilsem de bilmesem de Kızılderililerin yaptığı gibi burnumun iki tarafına ters "V" şeklinde isli parmaklarıyla işaret çekerdi.
"Haydi şimdi okula git. Doğrusunu yap Beyaz Kartal. URG öğren de gel " derdi.
Daha önceden yazıp hazırladıkları matematik sorusunun yazılı olduğu kağıdı cebime iliştirir ve beni yere bırakırlardı.
.
.
Sonradan öğrendiğime göre matematik sorusunu kağıda yazabilmek için ev ile demirdöküm fabrikasının arasındaki yarım saatlik mesafede düşünür ve bana soracakları probleme karar verirlermiş. Sonra içlerinden okuma yazma bilen birisine yazdırır ve kağıdı hazır ederlermiş. Ben üçüncü sınıftayken içlerinden birisi bu olayı anlattığında çok etkilendim. Senelerce benim için problem hazırlamışlar.
O anda benimle ne kadar çok ilgilendiklerini ve bana bir şeyler öğretmeye çalıştıklarını anladım. Ve onlara minnettarlık duydum.
Ben okula yüzümde isin karasıyla çizikleştirilmiş işaretlerle gider, okulda öğretmenimin verdiği peçetelerle temizlenmeye çalışırdım. O zamanlar Tülükabaklara çok kızardım. Ve ne zaman acaba bilebileceğim bir soru soracaklar diye düşünürdüm.
Öğretmenim de her seferde bana kahkahalarla güler;
"Gene mi bilemedin Can?" Gel soruyu beraber yapalım derdi.
.
.
Balıkesir mezbahasını geçer geçmez askeriyenin sınırına yaklaşırdım.
Burada silahlı devriye nöbeti tutan askerler her sabah benim gelişimi dört gözle beklerler ve beni ufukta görür görmez metrelerce uzaktan;
"Hey Can bu gün ne öğreneceksin" diye bağırmaya başlardı.
Ben kalın bir duvarın üstüne örülmüş demir tellerin oraya gelene kadar, heyecanla tele tutunarak, benim onlara yaklaşmamı beklerlerdi.
Sesler, sorularla birlikte daha da yükselirdi.
Asker Diyarbakırlı Şehmuz abi:
"looo…Canooo sabah kaçta uyandın. Söyle looo" diye seslenirken,
Tokatlı Asker Haydar abi ağlamaklı bir sesle:
"Benim çocuklarda şimdi kalkmıştır Can. Senin gibi okul yolundadır." derdi.
Oflu Temel Asker ise hemen araya girerek Tokatlıya teselli verirdi kendi uslubunca;
"Ula haçan ne ağlayacak gibisin. Bebelerin iyidir. Sus sabah, sabah yapma haçan ağlatacan benuda" deyip gülerdi.
.
O anda kendimi onlardan biriymişim gibi hissederdim. Birden neşelenir, evde yaşadığım her şeyi unutur ve mutlu olurdum.
O zamanlar bir çocuk için ağır sorunlarıma rağmen ne kadar da kolay mutlu olduğumu düşündüm. Bana birisinin halimi-hatırımı gülümseyerek sorması beni her zaman çok sevindirirdi. Çocukken mutlu olmak için bu kadarı yeterliydi.
Sanırım bu ıssız yolun değişmez yolcusu olarak, benden başka onların yaşamlarında yer alan hiç kimse yoktu. Onların her birinin ailesinden daha yakındım.
Yakınlığımız ve yaşamaya çalıştığımız sevgi iki kilometrelik tel örgü boyuncaydı.
Ama bütün bir ömürde verilmeye çalışılan veya esirgenen sevgilerden daha değerliydi.
Çünkü ne onlar benimle bu anı sevgiyle paylaşmaktan başka bir şey bekliyordu, ne de ben onlardan. Birbirimizden sevgi ve iki kilometre uzunluğundaki yola düşen zaman dilimindeki iletişimden başka alıp verdiğimiz hiçbir şey yoktu.
Tel örgünün başlangıcına geldiğim zaman asker ağabeylerle tatlı sohbetimiz başlardı. İki kilometre boyunca yürüye, yürüye konuşurduk. Daha doğrusu ben okula gitmek için yürümek zorundaydım. Onlarda benimle sohbet edebilmek için bana eşlik ederdi.
Zayıf bedenim, çelimsiz görünüşüm onlarda merhamet ve babalık hislerini harekete geçirir, iki kilometrelik yol boyunca tel örgülerin üstünden sırt çantamı alarak taşırlar, benimle çocukça şakalaşırlardı.
.
.
Çantamı alanlar onu mutlaka açıp meraklı gözlerle içini de karıştırırdı. Hepsi memleketlerinde çocuğunu bırakarak askere gelmişti. Beni çocukları kadar çok sevdiklerinden emindim.
Çantamda öğretmenimin bana verdiği renkli kuşe baskı, büyük hayvan resimleri ile süslü bir hikaye kitabım vardı. Her seferinde bu kitabı ellerine alır ve onu okumaya çalışırlardı. Sanırlardı ki resimlerine dikkatli bakarlarsa yazıları da anlayıp okuyabilecekler.
Hikaye kitaplarım; sınıfta okuma yazmayı bir ay gibi kısa bir zamanda, ilk ben öğrendiğim için verilmişti.
Onları sınıfta kırmızı kurdalem ile birlikte aldığım zaman dünyalar benim olmuştu.
Bizim ilkokula gittiğimiz yıllarda; öğrenciler ilk okuma yazmayı öğrendiklerinde, sınıf öğretmenleri onu alarak başöğretmenin yanına götürür ve orada kırmızı kurdale takarlardı. Okula başladıktan bir ay sonra okuma yazmayı okulda ilk öğrenen ben oldum. O gün öğretmenimle beraber başöğretmenin yanına gittik. Başöğretmenimiz bana "Sarı Traktör" kitabını okuyup yazdırdı. Ben her ikisini de başarıyla tamamlayınca çok sevindi ve hayretler içinde kaldı.
"Can oğlum çok kısa bir zamanda okumayı ve yazmayı öğrendin. Aferin sana." deyip ilk kırmızı kurdaleyi bana takarak ve on adet renkli hikaye kitabını bana armağan etmişti.
Ayrıca sınıfların arasında yakamda kırmızı kurdalemle birlikte gururla dolaşmak ve "Ben okuma biliyorum" demenin tadı da başka oluyordu.
Armağan olarak aldığım kitapların arasında en çok sevdiğim ise "Çanakkale Geçilmez" isminde ve Çanakkale Savaşı'nı anlatan bir kitaptı. Bu kitabı yanımdan hiç ayırmaz ve fırsat bulduğum her yerde okumak isterdim.
Renkli kitaplara bakan askerlerin gizliden gizliye okuma yazma bilmedikleri için çok hüzünlendiklerini hisseder ve geri dönüşte bu hikaye kitaplarından birini onlara okumak için söz verirdim. Yol sonuna geldiğimizde; okuldan çıkar çıkmaz hemen onların yanına gelmemi hikayelerden birini okumamı isterlerdi.
Okuma yazma bilmemenin acısını yüzlerinde görmek beni her zaman çok etkiledi.
Bazen aklıma garip bir fikir gelir ve; aslında asker ağabeylerimin okuma yazma bildiklerini düşünürdüm. Beni, memlekette bıraktıkları çocuklarının yerine koyup, okuma bilmiyormuş gibi yaparak beni okuma yazmaya teşvik ettiklerini ve bunun içinde okuma yazma bilmiyormuş gibi yaptıklarına inanırdım.
Şimdi bu yaşımda anlıyorum ki o Tülükabakların ve iki kilometrelik yolda bana eşlik ederek çantamı taşıyan, benimle şakalaşan asker ağabeyler beni ne kadar çok sevmişler. Küçük dünyamda neşeli geçirdiğim anları ve anılarımın çoğunda rol almışlar. Ne zaman mutlu oldum diye düşününce ilk aklıma gelen Ece Amca'yla geçirdiğim anlar ve Asker Ağabeyler - Tülükabaklar oluyordu.
Kışın kar yağdığında okul yolunda çok üşürdüm. Sırtımda küçük olduğu için fermuarını bir türlü kapayamadığım kolları kısa bir mont giyerdim. Ayağımda ise naylon terlik ve yün çoraplarımla yürümeye çalışırdım. Çoraplarım ben okula varana kadar kardan iyice ıslanır, havanın soğukluğuna göre bazen ayağımda donarak kaskatı olurdu. Ve okula güç bela varabildiğimde Kadriye öğretmenimi de sınıfta bulurdum.
Temizlik yapmak ve sıraları düzene koymak için öğretmenim okula erken gelirdi. Hemen beni karşılar elimdeki çantayı alarak önceden yakmış olduğu sobanın yanına oturtur ve soğuktan donmak üzere olan çoraplarımı çıkararak sobanın üstüne kuruması için asardı.
Biraz dinlendikten sonra öğretmenime sınıfı temizlerken yardım eder ve sıraları düzene koyardım. Sonra hep birlikte demlediği çaydan içerek sohbet eder ve yoldaki Tülükabakların cebime koyduğu kağıttaki problemi çözmeme yardım ederdi.
Ders saati başlamadan sınıf arkadaşlarım yavaş, yavaş gelir ve sınıfta yerini alırdı.
Nedendir bilinmez, annem sabahları erken kalkıp bana kahvaltı hazırlamaz ve beni yolcu etmezdi. Kendim kalkar, kendim giyinir, kendim okula giderdim. Ve iki ders sonunda genelde midemi müthiş bir açlık duygusu basardı.
Babam da bana okul harçlığı vermezdi. Dört kilometrelik okul yolunu yayan gider, gelirdim. Yol bana değil dört kilometre, küçük ayaklarımla dört yüz kilometre gelirdi. Bana otobüs parası vermeyen babamdan bir simit parasını bile isteyemezdim.
Teneffüs zili çaldığında simitçinin yanına koşardım. Her gün karnımı doyurmak ve bir simit alabilmek için, okul kapısının önünde duran simitçiye yardım eder ve onun simitlerini satardım. O da bana tezgahında kalmış en bayat simidi verirdi.
Çalışmamın karşılığı simit tezgahındaki en kuru simitti. Teneffüs sonunda simitçi emeğimin karşılığını ödediğini sanarak okul önünden ayrılır giderdi.
Ben ise kalbim kırık bir şekilde simidimi alıp onu yiyebileceğim bir köşe arardım. Önce tuvalete gider, çeşmedeki suyla kurumuş simidi ıslatır ve onu ağlayarak yerdim.
Yine de her seferinde bir simit kazanabildiğim ve simitçi bana yardım ettiği için minnettar kalırdım.
Her seferinde Ece Amcanın sözleri aklıma gelirdi.
"Çocuklar en ufacık ekmek lokmasını bile atmayınız. Kurumuş ekmeklerinizi ıslatarak yiyebilirsiniz. Herkes kurumuş ekmeklerini atarsa bu dünyada yiyecek bulamadığı için açlıktan ölmek zorunda kalan insanlar ne yapsın. Ben Afrika'da Suveyş'de çok aç insanlar gördüm. Diğer insanları da düşünmeniz gerekiyor. Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Onlar değil kuru ekmek, küflü ekmeğe bile razılar. Ama bizler hesapsızca satın alıyoruz. Çok fazla tüketiyoruz.
Ve yiyemediklerimizi, dünyada başka yaşayan insanlar yokmuşçasına, çöpe atıyoruz. Eğer davranışlarımızı düzeltmezsek ve yiyeceklere saygı duyup gerektiği gibi tutumlu olmazsak, gün gelecek attığımız her lokmaya muhtaç kalacağız." Şeklinde uzun bir konuşma yapardı.
İşte o zaman dünyada aç kalanları ve diğerlerini düşünürdüm. Tutumlu olmanın gereğini yerine getirir, huzur içinde simidimi ağzımda defalarca çiğneyerek yutmaya çalışırdım. Her lokmada simit yudumları, yorulan küçük ağzımda bir kez daha ağırlaşır ve boğazım kuru simidi yutmaktan hissizleşirdi. Yanında bol, bol su içerdim. Maksat karnımı doyurmaktı. Sıcak gevrek bir simitle keyif yapmak değildi.
Küçüktüm. Zayıftım. Ve henüz ben bir çocuktum. Kaç kere neden bunları yaşadığımı sormuştum kendime.
Ama içimde, küçük aklımda hiçbir cevap bulamıştım hiç birisine
Belki de yaşadıklarımın nedenini hiçbir zaman bilemeyecektim.
O günlerin sıcak anılarını ve değerini bir inci tanesi gibi halen içimde taşıyorum. Küçük yaşımda yaşadığım ve nedenini asla bilemediğim acılara ve dayaklara rağmen ben başkaları tarafından olsa da sevmiş ve sevilmiştim.
Günlerden bir Perşembe idi. Mart ayının en soğuk günlerinden birini yaşıyorduk. Okula gidip gelirken soğuk iliklerime kadar işliyordu.
O gün sabah okula gitmek için her zamanki gibi erkenden evden çıktım. Demirdöküm fabrikaların olduğu yere kadar yürüdüm. Tülükabakların oradan sessizce geçmem gerekiyordu. Önce kafamı şöyle bir uzatıp onların tarafına doğru bir baktım. Gözümün erişebildiği hiçbir yerde, kimsecikler yoktu. Belki de bu sabah geç geleceklerdi. Çünkü hepsinin de buraya çalışmak için çok uzaklardan geldiklerini biliyordum. Üç kuruş ekmek parası kazanmak ve yaşamı devam ettirmek adına bir saatlik bir yoldan buraya ağır şartlarda isin-ateşin karşısında gece-gündüz nöbetleşerek çalışmak için geliyorlardı.
Eğer bu gün onlar burada yoksa ben yol sonuna doğru mezbahaların bulunduğu bölgeden nasıl tek başıma geçecektim. Onların orada olması bana cesaret veriyordu. Balıkesir Mezbahası yüzünden yan tarafta on beş, yirmi köpeğin bulunduğu bir sürü yaşıyordu. Ben genelde Tülükabakların oradan geçtikten sonra az ilerideki askerlerin olduğu yerden, bir asker ağabey koşarak gelir ve beni elimden tutarak, köpeklerin acımasızca et artıklarını paylaştıkları alanın yanından geçmeme yardım ederdi. Ben asker ağabeyin arkasına saklanır onu kendime siper eder ve bu şekilde yürüyerek köpeklerin olduğu yeri atlatırdım.
.
.
Hiç kimse yardımıma gelmediği zaman yol kenarındaki çakıl taşlarından cebime doldurarak hazırlık yapardım. Eğer yolda köpekler bana saldırırsa onlara cebime doldurduğum taşları atarak kaçardım. Yolun karşısına geçer ve yavaş, yavaş saklanarak mezbahanın bulunduğu alanı kazasız belasız geçmeye çalışırdım.
Tülükabakların ilerisinde olan köpeklere saklandığım yerden bakarken, kafamın üstünden bir "Bööööö!!" sesi yükseldi. Ve aynı anda bir el beni ensemden yakalayıp yukarı kaldırdı.
Ne olduğunu daha anlamadan, o günkü matematik sorum yüzümde patladı.
Gene bilemeyeceğim rakamlardan oluşan bir toplama işlemi sormuşlardı. Cevaplayamadım. Okula vardığımda çözmem üzere, problemin yazıldığı kağıt cebime iliştirildi. Yüzümün iki tarafına, iki parmakla kızılderili işaretleri çizildi. Kalın sesli Tülükabak
"Git okulda soruyu çöz Beyaz Kartal urg ögrende gel" dedi ve beni yere indirdi.
Koşar adımlarla yolun karşısına fırladım ve hızla oradan uzaklaşmaya çalıştım. Bu gün beni fena korkutmuşlardı. Bir gün buradan korkutulmadan ve hiçbir Tülükabağı görmeden geçebilecek miyim diye düşündüm. Ama sırtımdaki bu ağır çantayla imkansız olduğunu biliyordum.
Yavaşça ilerledim…
Askeri bakım tamir bölgesine geldiğimde asker ağabeyler beni yine gülerek şakalar yaparak karşıladılar. Bu gün havanın soğuk olmasına rağmen yaklaşık on beş asker, tel örgülerin yanında neşeli sesler çıkararak beni bekliyordu. Her zamanki gibi çantamı aldılar içine şöyle bir göz attıktan sonra beni tel örgünün sonuna kadar güle oynaya getirdiler.
Okul yolumun daha yarısını gidebildiğim için aceleyle okula doğru koyuldum.
Sınıfa vardığımda öğretmenimin yine erken bir vakitte geldiğini ve beni beklediğini gördüm.
"Nerede kaldın Can. İyi misin?" dedi. O da benim erken gelmeme alışmıştı. Ben de nefes nefese bir sesle;
"Geldim öğretmenim. Yolda asker ağabeyler ile sohbet ettik. Onlar okuma yazma bilmediği için benim renkli hikaye kitaplarımı uzun, uzun incelediler ve çok hoşlarına gitti. On beş kişiydiler. Yazıları, resimlere bakarak okumaya çalıştılar ama yapamadılar. Bazı askerlerin gözlerinin dolduğunu gördüm. Benim görmemem için hemen yanımdan uzaklaştılar. "
Elimdeki kitapları sırama yerleştirdim ve anlatmaya devam ettim.
"Dönüşte onlara hikaye kitabını okumak için söz verdim. Bu gün beş dakika erken çıkabilir miyim öğretmenim?" dedim.
Öğretmen soran gözlerle bana baktı. Ben de heyecanla anlatmaya devam ettim;
"Çünkü hikayeyi okurken yavaş okumamı isteyecekler. Ve hikayenin tadını çıkarmak için çok soru soracaklar. Bildiğiniz gibi eve geç gidersem babam kızar." diye boynumu büküp öğretmenime yalvaran gözlerle baktım.
Öğretmenimde şefkatle başımı okşayarak bana;
"Endişelenme. Bu gün öğretmenler toplantısı var hepinizi erken çıkaracağım." dedi. Çok sevinmiştim. Askerlere onlar için seçtiğim ve benim okumaktan büyük bir sevinç duyduğum Çanakkale Geçilmez kitabını okuyabilecektim.
Hem de benden istedikleri kadar çok okuyabilirdim. Ne kadar güzel bir şeydi okumak. İlk defa okuma yazma öğrendikten sonra okumanın sevincini içimde hissettim. Başka birilerinin asla ve asla okuyamayacakları ve bilemeyecekleri bir şeyi onlar için okuyacak ve onlara aktaracaktım. Kendimle gurur duydum. Okumayı ve daha, daha çok okumayı ve her şeyi okumayı istiyordum. Orada, o dakikada kendime bir söz verdim.
Kendim için ve başkaları için okuyacaktım.
Tıpkı Ece Amca gibi bir yerlerde, insanlara doğruyu ve insan onuruna yakışır bir şekilde var olmasına yardımcı olacaktım. Bu gün kitap okuyor olabilirdim ama yarın kim bilir onlara nasıl bir yardımım dokunacaktı. Okuyamayanlar için, başaramayanlar için de başarmak zorundaydım. Artık bu dünyada tek kendim için değil, diğerleri için de yaşayacak, öğrenecek, başaracak ve doğru yolda olacaktım. Diğerlerine bildiklerimi ve sahip olduklarımı aktarabilmek için.
Sabahçı olduğumuz için ilk üç dersimiz çabucak bitmişti.
Öğretmenim;
"Ders bitti. Çıkabilirsiniz çocuklar" dedi.
Hemen çantamı kaptım ve tam kapıdan çıkmak üzereydim ki, öğretmenimin bana seslendiğini duydum.
"Can oğlum çantan bu gün ağır, istersen çantanı eve götürme. Yarın nasılsa tekrar geleceksin. Hem ödevinde yok. Burada kalsın. Yarın alırsın. Bu gün biraz hasta gibisin "dedi.
Şefkatli bir anne sevgisiyle başımı okşayarak çantamı sırtımdan aldı.
Öğretmenime hiçbir şey diyememiştim. Onun beni düşünmesi sevgiyle başımı okşaması beni çok derinden sarsmıştı. Adeta donup kalmış ne çantamı ne de onu eve götürmediğim için başıma gelecekleri düşünebilmiştim.
İçinden hayal meyal "Çanakkale Geçilmez" kitabını aldım. Öğretmen onu ne yapacaksın diye sorduğunda;
"Askerler kitabı okumam için beni bekliyor. İyi günler öğretmenim." diyerek sınıftan çıktığımı hatırlıyorum.
Gürültülü şehrin caddelerinden hızla geçtim. Birileri arkamdan seslendi ama ben bakmadım. Elimde kitabım ile koşarak askerlerin oraya varmaya çalışıyordum.
Nihayet uzaktan askeri bölgenin başladığını gösteren tabelaları gördüm. Çok az kalmıştı. Biraz sonra orada olurdum.
Öğlen saatlerinde askerlerin yanına ulaştığımda, tel örgülerin arkasındaki yerde top oynuyorlardı. Birkaç asker ise elinde silahlarla nöbet devriyesinde oldukları için ileri geri dolaşıyordu. Beni görünce, nöbetçi askerlerin dışında olanlar hemen koşarak yanıma geldiler. İki kişi telden benim tarafıma zıpladı. Ve beni telin diğer tarafına geçirdi. Hepsi çok heyecanlıydı. Sabahtan beri beni beklediklerini görebiliyordum. Yüzlerinde kocaman bir aydınlık vardı.
Orada bir yerlere oturduk. Elimdeki renkli kitabı açtım. Herkes merakla gözlerini kitabın içine çevirdi. Bir Mehmetciğin, Çanakkale Savaşı'nda nasıl savaştığını ve yaralı bir düşman askerini sırtında taşıyarak kurtarışını anlatan, Çanakkale Geçilmez öyküsünü okumaya başladım.
Ve kitabı okuduktan sonra duygulanarak yazdığım şiiri de onlara okudum
.
.
Çanakkale Şehitleri
Kaybolmuş bir geçmişten gelip
Bilinmez bir geleceğe gidenler
Kalplerinde vatan sevgisiyle
Canlarını vatana verenler
Şehit olmak için doğanlar
Ve kanlarını toprağa serenler
İsimleri unutulmuş
Ey isimsiz kahramanlar
Her birinizde vatanın
Bir parçası özgürleşiyor.
Bağımsızlık kaderimiz
Alın yazımız oluyor.
Sizin vatana can verdikçe
Biz ilelebet can buluyoruz..
Kader bir kez daha yazılır
Sizin gibi vatan evladının ellerinde
CAN AKIN
Her mısrada asker ağabeylerimin yüzü biraz daha hüzünlendi. Biraz daha omuzlarına ağırlık çöker gibiydi. Çanakkale Şehitleri şiirimi bitirdiğimde ayağa kalkarak beni alkışladılar.
Çok heyecanlandım. Ben de onlarla beraber sevinçten ve takdir edildiğim için çok duygulandım. Kendimle gurur duydum.
Kitap okumayı bitirdiğimde her birinin bir köşede hüzünle kendi yaşamına ve bana baktıklarını gördüm. Beni yaşamlarında bir daha asla unutamayacakları bir yere yerleştirdiklerini o an anlamıştım.
Beni asla unutmayacaklardı.
Hatta beni çocuklarına ve torunlarına bile anlatacaklardı. Şiirimle onların kanına işlemiştim. Balıkesir memur şehri ve askeriyenin yerleşim alanı olduğu için buraya bir sene için de binlerce insan gelip giderdi. Ve ben her dört ayda bir buradaki asker ağabeylerin değiştiğini görmüştüm.
Birden içimde belli belirsiz bir sevinç kabardı. Ben yalnız değildim. Şiirimle, insanlara olan saygımla ve küçük bir çocuğun iyi niyetiyle herkesle iletişim içindeydim. Ve ben büyüdüğümde on binlerce can dostum olacaktı. Beni, hikayemi ve şiirimi çocuklarına ve torunlarına anlatacaklardı. Çünkü benimle ağlayıp benimle gülmüşlerdi. Onlar, çocuklarının yerine bana ilgi göstermişlerdi. Yaşadığım acıları, çaresizliği görerek beni sonsuz zamanın kısa bir anında bile olsa sevgileri, bilgileri, ilgileriyle büyütmeye çalışmışlardı.
Ve günü geldiğinde bu güzel dostlukların her birini tek tek yaşadım. Mesleğim nedeniyle Türkiye'nin içinde ve yurtdışındaki gezilerimde can dostlarıma ve onların çocuklarına rastladım. Veya onlar gelip ısrarla beni buldular. Beni, babalarını veya dedelerini etkilemiş ve onların gönlünde yer etmiş dostu olarak tanımak istediler.
Çünkü askerlik bitip memleketlerine geri döndüklerinde ve onlar asker anılarını; arkadaşlarına, çocuklarına, çevrelerine anlattıklarında, o anıların içinde bir parçada ben vardım.
Ve onlarda sadece can dostluğunun nasıl bir şey olduğun; bir Çanakkale şiirinin paylaşımının derinliğinde ve manasında kaybolmak ve hissetmek istediler.
Her zaman can dostlarım beni ve ben de onları buldum.
Asker ağabeylerime sessizce baktım.
"Ne oldu, nedir sizi bu kadar üzen?" dedim.
Ben de çok etkilendim onların bu halinden, sanki hepsi küçülmüş ve benim gibi bir çocuk olmuşlardı.
İçlerinden birisi konuşmaya başladı;
"Can biliyor musun biz hiç okula gitmedik. Gidemedik. Senin gibi böyle renkli kitaplarımız hiç olmadı. Senin oturduğun o sıralarda ve yazı yazdığın karatahtaya bir kez olsun dokunamadık. Biz okuma yazma bilmediğimiz için askeriyedeki her işte görevlendirilemiyoruz. Genelde bizi nöbete yazıyorlar ve burada nöbet tutuyoruz. Bize bu kitabı okuduğun için sana teşekkür ederiz. Yaşamımıza bir anlam kattın. Seni artık unutmamız ve yaşadığın sürece bırakmamız mümkün değil. İki elimiz kanda olsa gelir sana yetişiriz. Sen bizim can dostumuzsun. Bir gün erken geldiğinde yine bize kitap okursun değil mi? " diye yalvaran gözlerle sordular.
Ben de:
"Tabiî ki okurum" dedim.
Ve sonrasında tel örgü boyunca bana eşlik ederek sessizce yürüdüler.
Sanki aramızda gizli bir anlaşma doğmuş ve kendi kendime verdiğim sözü onlarla paylaşmış gibiydim.
Demir dökümle uğraşan işçilerin bölümüne gelmiştim. Orada uzakta Tülükabakların iştahla beni beklediklerini görebiliyordum.
Fakat bu sefer çok şanslıydım. Onlar bunu bilmiyorlardı. Çünkü yanımda çantam yoktu. Bir ağırlık taşımadığım için hızlı hareket edebilirdim.
Ve de böyle yaptım. Onlar daha beni fark etmeden ben var gücümle koşarak demir döküm fabrikalarının bulunduğu bölümü geçtim.
Arkamdan "URG…URG" sesleri, hayıflanmalar duyuyordum. Tehlikeyi atlattıktan sonra arkama şöyle bir baktım. Hepside şaşkınlık içindeydi. Bu gün artık daha fazla eğlenemeyeceklerinin derin üzüntüsünü yaşıyordu. Bu şaşkınlığın üzerine bir de onlara nanik çekip dil uzattım. Hepsi de oldukları yerde kalakaldılar. Çok sevinçliydim. Bu gün kendimi çok iyi hissediyordum.
Fermuarı kapanmayan montumu çekiştirerek söyle sıkıca bir sarınıp ısınmaya çalıştım. Hava da iyiden iyiye soğumuştu. Bir an önce eve gitsem iyi olacaktı. Hızlı adımlarla evin yoluna koyuldum.
.
.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Aile İçi Şiddet
.
.
Eve yaklaştıkça içimde nedenini bilemediğim bir sıkıntı belirmeye başladı.
Eve geldim. Babam kapıda duruyordu. Beni uzaktan görmüş ve kapıya çıkmış olmalıydı.
Babam garip garip yüzüme bakarak, dudaklarının üzerine yerleştirdiği anlamsız bir gülümsemeyle bana eve neden bu vakitte geldiğimi sordu.
Bir şeyler oluyordu bunu çocuk aklımda görebiliyordum ama henüz ne olmakta olduğuna karar verememiştim. Ne yapacağımı bilemiyordum. Korkmaya başlamıştım. İliklerime kadar korkudan kaskatı oldum. Biraz sonra bir şeyler olacaktı. Bunu adım gibi biliyordum. Çünkü babamın dudaklarının gülümsemesine rağmen, gözlerli karanlık kuyular kadar siyahtı. Sanki içinde kırmızı alevler yanıyordu.
Beni korkutan bu ateşlerden bir parçanın benim ürkek yüreğime düşmüş olmasıydı. Bir süre dalgın, dalgın babamın gözlerindeki alevleri seyrettim. Cehennem kadar kırmızı, şeytan kadar öfkeliydi.
Kötü şeyler olacaktı. Hem de çok kötü.
Ama bunu belli etmeden ve babamın bana nadiren gülümsemesine, gülümseme ile karşılık vermek için ben de ona gülümsedim. Gülümserken de içimden şiddetle bu gülüşün gerçek olmasını diledim.
Ne olurdu bir seferde ben eve geldiğimde ailem beni elini kolunu açarak "Oğlum"diye kucaklasaydı. Ve yüzündeki gülümseme gerçek sevgiden ve kalplerinden gelen gülümseme olsaydı. Ve ben artık çocuk yüreğimde annemden ve babamdan korkmasaydım. Her geçen gün bedenim dayaktan, yüreğim sevgisizlikten ölmeseydi.
Babam kızgın bir sesle bağırdı;
"Neden eve erken geldin, çantan nerede?"
Korkuyla gülümseyerek:
"Okulda toplantı varmış öğretmenim gönderdi, yarın aynı dersler var, çantanı okulda bırak dedi bende okulda bıraktım babacım…" dedim.
İşte o an, babamın gözlerindeki alev dışarı çıkıp benim üzerime akıp beni yakıyordu.
Önce babamın yüzündeki gülümseme çehresini değiştirmeye yerini hızla kızgınlık ve şiddet ifadelerine bırakmaya başladı. Kaslar geriliyor, şekiller bozuluyordu.
Elini kemerine doğru götürdü. Kemerinin tokasını bir çırpıda çözdü. İçim yanıyordu. Çaresizce onu izledim. Kaçacak hiçbir yerim yoktu. Gidecek kimsem de hiç olmadı.
Ve ben henüz bir çocuktum. Bedenim zayıf ve çelimsizdi. Ve asıl önemli olan da beni öğretmenim eve yollamıştı.
Kemer yavaş, yavaş pantolondan ayrıldı ve havada hızlı bir ıslık sesi çıkararak şakladı.
Arkasından babamın öfkeden gürleyen sesiyle;
"Neden okuldan kaçıyorsun çantanı ne yaptın. Çantan nerede?" diyen sözlerini duydum.
Söyleyeceklerimin bu saatten sonra kızgın ve zincirlerinden kopmuş öfkeyi durdurabileceğine inanmasam da içimden gelen son bir gayretle,
"Öğretmenim çantamın ağır olduğunu ve onu okulda bırakmamı söyledi. Ve çantamı sırtımdan aldı" dedim.
Elimdeki Çanakkale Geçilmez kitabıma sanki beni koruyacakmış gibi sımsıkı sarıldım. O anda kitabın içine girip kaybolmak istedim. Ve hiç hayatta olmamayı dilediğim kaç an yaşadığımı düşündüm.
Elindeki kemeri parmaklarının eklem yerleri beyazlaşana kadar sımsıkı tutmuştu.
Ve kolu hızlı bir hareketle yukarı kalktı ve ben daha ne olduğunu anlamadan kemer vücuduma hızla, defalarca inmeye başladı. Küçük bedenim sert vuruş darbesiyle yere, kapının önüne düştü.
Arkasından bir daha, bir daha kemer hızla çelimsiz bedenimin üzerine indi. Her darbede bir kez daha yapıştım yere. Kemer her vuruşta zayıf bedenime çepeçevre sarmalıyordu.
Bedenimin arkası ve önü kemerin oluşturduğu yaralardan kanamaya başlamıştı. Çok canım açıyordu. Acının şiddetini azaltmak için kalkmak istedikçe, kemerin darbesiyle bir kez daha yere yapıştım.
Kemer tokası iki kere burnumun ve gözümün hizasında yüzüme derin bir iz oluşturacak şekilde acıyla gömüldü. Burnum kanıyordu. Ve gözümün kenarına gelen tokadan gözüm kapanmıştı. İçimde alaboralar kopuyordu.
Yüreğim bedenime vuran kemerden parça parça olmuş dağlanmıştı. Sanki kocaman demir döküm fabrikalarındaki korlar yüreğime doldurulmuştu. Sıcak her taraf çok sıcaktı.
Her kemer vuruşunda ağzından köpükler saçarak bana;
"Neden okuldan kaçtın, çantan nerede" diyerek kemeri daha hızlı üzerime indiriyordu.
Her indirişinde içimdeki sevgileri de bir parça öldürdü. Her parçada ben de bir kez daha öldüm. Çocuk yüreğimde tükendi bütün umutlar, kırıldı evimin bütün camları içime düştü. Karardı her yer, karardı.
O bana soru sordukça ben de tükenmekte olan son nefesimle
"Beni öğretmenim bıraktı. Çantamı da o aldı" diyordum.
Beni duymuyordu ama ben halen babamın içinde var ise son kalan merhamet duygularını harekete geçirmeye çalışıyordum.
Birden kemer durdu. Babam;
"Kalk o zaman okula gidelim bakalım. Göreceğiz doğruyu söyleyip söylemediğini!!!" diyerek beni kolumdan tuttu ve sürükleyerek yola çıkardı.
Her tarafım çok ağrıyor ve vücudum yanıyordu. Elbisemin ve montumun bazı yerleri yırtılmıştı. Yırtık yerlerden kemikli zayıf vücudumda ki kemerin darbe izleri görülüyordu. Yüreğimden düşen kan damlaları, gözlerimden sel olmuş akıyordu.
Yol kenarında durduk. Babam doğruyu bilmeden ve bana inanmadan beni az önce öldüresiye dövmüştü. Yoldan geçen arkasında römorku olan bir traktörü durdurdu ve beni arabanın arkasına attı. Kendiside bindi.
"Çek okulun oraya" diye traktörü kullanana direktif verdi.
Ben traktörün arkasındaki römorkun en ucuna gidip oturdum. Her tarafım çok ağrıyordu. Hem üşüyor hem de vücudum yanıyordu. Yaralarım sızlıyor, çektiğim acıdan başım fır fır dönüyor, düşmemek için büyük bir güç harcıyordum.
Ona dediğimin doğru olduğunu gösterecektim.
Kafamı yere eğmiş dişlerimi duyduğum acıdan sıkmıştım. Birden tepemde bir gölgenin olduğunu hissettim. Başımı kaldırdım. O tepemde kızgınlıkla bana bakıyor ve bir taraftan da yakasındaki bir şeyleri karıştırıyordu. Yakasında bir şey bulmuşçasına iki parmağını birbirine sıkıştırdı yanıma eğildi ve bir kolumu sıkıca tuttu. Elinde bir iğne vardı.
Birden iğneyi koluma soktu ve o an gözlerimde şimşekler çaktı. Anlamak istedim. Yalvaran gözlerle yüzüne baktım. Bir taraftan da kurtulmak ve çektiğim işkencenin son bulması için var gücümle;
"Baba lütfen, lütfen yapma. Beni öğretmen erken bıraktı. Çantamı da o aldı" diye yalvarıyordum.
Bir an bir baygınlık geçirdim ve düştüm. Fakat iğnenin koluma tekrar girmesiyle yine acıların içindeydim. Defalarca, defalarca iğneyi koluma insafsızca ve şeytani bir ifadeyle batırdı.
Kolum delik deşik olmuş ve iğnenin girdiği deliklerden kanlar akıyordu. Traktörün römorkunda hem ağlıyor hem de bağırıyordum. Ara sıra güç bela elinden kurtulup römorkun arkasına kaçıyordum. Ama hemen dev adımlarıyla yanıma gelip iğneyi koluma batırarak;
"Neden kaçtın okuldan, neden?" diyerek defalarca saplamaya devam ediyordu.
Bir ara bulanık bir görüntü geldi gözlerimin önüne. Kalabalık bir gurubun traktörün arkasından hayal meyal koştuğunu gördüm. Sonra askeri bölgenin oradan geçtiğimizi fark ettim. Traktörün arkasından koşanlar...
"Yapma baba" diyen, çığlık çığlığa seslerimi duyan asker ağabeylerim ve demir dökümün Tülükabaklarıydı.
Onları görünce daha çok bağırmaya başladım.
"Yapma baba, yapma baba". Fakat arkamızdan koşanlar bize yetişemediler. Hızla oradan uzaklaştık.
.
.
Okulun önüne gelmiştik.
Babam beni tıpkı boş bir çuval gibi römorkun arkasından yere fırlattı. Dayaktan et yığını haline gelmiş vücudumu, ince ve zayıf bacaklarım taşıyamadı. Dizlerimin üzerine yere yığıldım. Sert taşlar dizlerimi parçaladı. Her tarafım kanıyordu. Sanırım ölmek üzereydim. Artık acıdan başka hiçbir şey hissedemiyordum.
O da yere indi ve beni kolumdan boş bir çuvalı tutarcasına kaldırdı. Dermanım kesildiği için yalpalayarak yürümeye çalışan bacaklarımla onun yanı sıra gittim.
Etrafta öğlenci öğrenciler ve nöbetçi öğretmenler vardı. Herkes bize bakıyordu. Kimisi gülüyor kimisi de beni acıyan gözlerle seyrediyordu. Orada bulunan birkaç insanın
"Beyefendi lütfen burada bari yapmayın. Öğrencilerin gözleri önünde" dediklerini duydum.
Burada bütün kötülüğün yapıldığı kişi bendim. Ben kanıyordum. Ben acı çekiyordum. Bana, bedenime ve ruhuma olanlar hiç önemli değildi.
"Beyefendi çocuğu dövmeyin" diyeceklerine, "diğer öğrencilerin gözü önünde yapmayın." diyordu. Orada bulunan insanların bana karşı duyarsızlığı yediğim sopalardan daha çok canımı yakmıştı. Daha fazla ağlamaya başladım.
Bir ara nöbetçi öğretmenlerimin babamla benim peşi sıra koştuklarını ve seslendiklerini gördüm. Ama onlarda bize yetişemediler. Hızla yukarı çıktık.
Babam öğretmenler odasında gerçeği öğrendi.
Benim doğruyu söylediğimi anladığında, bana yaptıklarından dolayı pişmanlık duydu ve fısıldarcasına bir sesle;
"Hadi oğlum gel eve gidelim dedi."
Hiç gitmek istemedim. Ama hiç kimsem de yoktu.
Ne akrabam ne de arkadaşım. Mecburdum birlikte babamın "Ev" dediği fakat "Yuva" olmayan yere gitmeye.
Başım önümde öğretmenimin gözlerine bakmadan kan damlayan kolumla çantamı aldım. Ağlayarak öğretmenime
"Neden çantamı aldın öğretmenim?" dedim.
O da üzgün gözlerle yere baktı.
"Özür dilerim Can. Böyle olacağını hiç bilemezdim." dedi.
Babam ortadan kaybolmuştu. Ben de yalpalayarak odadan dışarı çıkmaya çalıştım. Çıt çıkmıyordu. Öğretmenler gördükleri şiddet tablosu karşısında donup kalmışlardı. Babam çok iri yarı ve sert görünüşlü bir insandı. Bazen onun bakışları ile insanları dövdüğünü düşünürdüm. Sanırım öğretmenlerim de aynı şeyi onun gözlerinde görmüştü. Hiç kimse hiçbir şey yapamadı. Tek bir söz söyleyemedi. Sanki her yer susmuştu.
Babamı takip ederek eve doğru yol almaya başladım. Adımlarımın her biri tonlarca ağırlıktaydı. Yaralarım vücudum soğumaya başladığı için daha çok acıyordu. Başımın etrafındaki bütün binalar dönüyordu. İnsanüstü bir güçle yürüyordum. Tek amacım eve varıp bir an önce uyuyarak acılarımdan kurtulmaktı.
Son bir adım daha….
Son bir gayret daha ……
Son defa….
Son …..
Son defa sıkıca sarıldım Mehmetcik kitabıma….
Soğuk. Çok üşüyorum…..
Sanki ben de Çanakkale Savaşında, bir düşman askerini taşıyormuşçasına sırtımda çantamı taşıyarak yürüyordum.
.
.
Çok küçüktüm…..
Masumdum……
Ben sadece bir çocuktum…
Neden…
Neden….
En son gözlerimde on – on beş eli silahlı nöbet tutan askerlerin ve demir dökümdeki Tülükabakların bize doğru koştuklarını hatırlıyorum.
" Can!! ….Can!!…. "
"Sana ne oldu?…"
"Neler oluyor Cannn?"
Birden görüntü gözlerimden silindi….
Çektiğim acılar sustu…
Ve her yeri bir siyahlık kapladı…
Ben de o siyahlığın içine çekildim…..
Şimdi huzurdaydım……
Ve nihayet her şey bitmişti.
Gözlerimi daha önce görmediğim bir yerde açtım. Vücudum çok ağrıyor ve acıyordu. Elime bir serum bağlanmıştı. Nerede bulunduğumu anlamak istercesine etrafıma bakındım. Burası bir hastaneydi. Bütün vücudumu soymuşlar, yaralarıma ve iğne batırılan kanamış koluma pansuman yapmışlardı. Kolum da sarılıydı.
Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken içeri büyük siyah pelerinli bir hemşire gelip bir tas çorba bıraktı.
Daha önce gördüğüm hemşirelere benzemiyordu. Üzerinde üniforma vardı. Yatağımı kaldırdı ve beni yemek yiyecek konuma getirdi. Kaşığı elime tutturdu ve;
"Yemek yemezsen iyileşemezsin. Hadi yemeğini ye. Ben diğer hastalara bakmaya gideceğim dönüşte sana uğrarım. Ben gelene kadar yemeğini bitirmiş ol" dedi.
Bende;
"Elimde kitabım vardı. Çanakkale Geçilmez. Onu gördün mü?"
Bulurum ümidiyle etrafa göz gezdirerek;
"Yoksa onu sen mi aldın?" dedim.
Pelerinli hemşire odanın içindeki dolaba doğru ilerledi ve raftan şekli bozulmuş, buruşmuş bir kağıt tomarını alarak bana uzattı. Çanakkale Geçilmez kitabım, ellerimde sıkmaktan ezilmiş ve kanlanmıştı. Onu temizlemeye çalıştım. Bastıra, bastıra sildim. Gözlerimden akan yaşları artık durdurmam mümkün değildi. Çok üzülmüştüm. En sevdiğim kitabım darmadağındı.
Kitabımda benim vücudum gibi dağılmıştı.
Hemşire odadan çıktı. Ben de kitabın yeteri kadar temizlendiğine ikna olunca önümdeki çorbayı güçlükle kaşıklamaya başladım. Bir an önce iyileşip okuluma dönmem gerekiyordu.
Ne zamandır buradaydım acaba? Annem babam nerdeydi? Hiç kimse gelmemişti yanıma.
Çorbamı içtikten sonra tekrar yatağıma uzandım. Çok uykum gelmişti. Annemi ve babamı merak ediyordum. Ben bunları düşünürken içeriye yaşlı, saçları olmayan, üniformasında kocaman yıldızları bulunan bir doktor girdi içeri.
Yatağımın yanına bir sandalye çekti.
"Ben albay doktor Namık. Nasıl oldun oğlum? Biraz daha iyi misin?" dedi.
Nasıl olmalıydım ki? Veya nasıl olabilirdim?
Ben de ağlamaklı bir sesle
"Her tarafım ağrıyor doktor amca" dedim.
Kafamı pencereden taraf çevirdim. Gözlerimden akan yaşları göstermek istemiyordum.
"Seni çok iyi anlıyorum küçük. Buraya geldiğinde baygındın. Seni buraya tel örgülerin yanında nöbet tutan askerler ve komutanları olan albay arkadaşım getirdi. Bayılmışsın. Yanında da büyük bir adam varmış. Neler oldu sana böyle? Kim dövdü seni? dedi ve gözlerime cevap beklercesine baktı.
Ben de
"Yanımda babam vardı efendim" dedim.
Yaşlı asker doktorun yüzünden hüzünle karışık kızgın bir ifade gelip geçti. Ne diyeceğini bilemedi. Aslında söyleyecek bir şey de yoktu.
"Demek babandı" dedi kısık sesle.
"Peki seni neden bu kadar feci bir şekilde dövdü? Ne yaptın oğlum? Hiçbir baba çocuğunu bu şekilde öldüresiye döver mi? dedi.
"Ben hiçbir şey yapmadım doktor amca. Sadece eve erken gelmiştim. Ve yanımda çantam yoktu. Erken geldiğim ve çantamı getirmediğim için benim okuldan kaçtığıma inandı. Sanırım beni bu nedenle dövdü." dedim.
Doktor; "Neden doğruyu söylemedin ona"
"Ben söyledim. Ama o bana inanmadı. Beni dövmeye başladı. Bana her kemeriyle vuruşunda ona, bir kez daha beni öğretmenin eve yolladığını anlatmaya çalıştım. Ama çok kızmıştı. Beni artık duymuyordu öfkesinden. Sürekli, sürekli vuruyordu bana."
Doktor;
"Sonra gerçeği öğrendi mi?
"Beni alıp bir traktör römorkunun arkasında okula gittik. Ve öğretmenimden gerçeği öğrendi. Eve yürüyerek dönerken en son asker ağabeyleri gördüğümü hatırlıyorum. Askerler çok kızgındı. Babam beni traktörle okula götürürken, bizim arkamızdan koşuyorlardı"
Doktor;
"Peki kolundaki yaralar nasıl meydana geldi?"
"Biz römorkla giderken yakasından iğne çıkardı ve koluma batırdı.
Doktor;
"Oğlum. Bu kadar iğne batırmış olamaz"
"Batırdı doktor amca. Batırdı. Hatta daha fazlasını da batırdı" derken gözlerimden sel gibi yaşlar aktı.
Doktor amcanın anlattıklarımdan çok etkilendiğini ve gözlerinin buğulandığını fark ettim.
Onun daha fazla üzülmemesi için uyumak istiyormuşum gibi gözlerimi kapattım. O da bana:
"Burada iyileşen kadar kalabilirsin" dedi ve yavaşça küçük ellerimi ellerinin arasına alarak teselli vermek istercesine sıktı.
Ve tam yanımdan ayrılacaktı ki, beni hastaneye getiren tamirhane fabrikasının komutanı albay arkadaşı odaya girdi.
"Nasılsın Can? Şu askerlerime okuyup ağlattığın kitabı bana da okusana" dedi gülerek.
Birden kendimi daha iyi hissettim. Üzüntülü halimden eser kalmadı. Buruşmuş ve ezilmiş kitabı yavaşça yastığımın altından çıkardım. Kitabın içindeki hikayeyi artık ezbere biliyor olmama rağmen, kitabın sayfalarını tek tek çevirerek okumanın, hikayeyi daha ilginç yaptığını düşünüyordum.
Vurulan düşman askerinin bağırarak yardım istemesini, acılarını ve bedenindeki yaraların ona hissettirdiklerini öylesine tiyatral bir şekilde jest ve mimiklerimle anlatmışım ki hikaye bittiğinde şiirimi de okudum. İki albayın da Çanakkale Cephesi'nde askerle birlikte oradaymışçasına olayı yaşadıklarını gördüm. Yüzleri gerilmiş ve gözleri sulanmıştı. Arkada beni gizliden gizliye dinleyen hemşire ise çoktan gözyaşı seline kapılmış gidiyordu.
Çok mutlu olmuştum. Bu hikayeyi çok seviyordum. Ve her okuduğum insanın da aynı duygularla beni dinlediğini bilmek, benim için ayrı bir sevinçti.
O anda içimden bir his benim bu albayla yıllar sonra tekrar karşılaşacağımızı söylüyordu. Sanki o da aynı şeyleri hissetmişti. Kaderimizde bir kez daha bir araya gelecektik. Ama bu kez farklı bir yerde ve farklı kimlikte.
On gün Çamlık tepesindeki Askeri Hastane'de kaldım. Her gün hastane camından dışarıya bakarak anne-babamı veya kız kardeşimi görme umuduyla bekledim. Hiç kimse gelmedi.
Anne ve babamı hastane odasında beklerken bir kez daha öldüm sevgilere çocuk yüreğimde.
Beni hastaneye getiren asker ve komutanları her gün beni sırayla ziyaret ederek yalnız bırakmadılar.
Annem, bana sabah kahvaltısı hazırlamasa da, babam beni dövse de ve kız kardeşim beni arayıp sormasa da, ben yine ailemi istiyordum. Ama onlar yoktu.
Ayağa kalkabilecek duruma gelince hastaneden ayrılmak istediğimi söyledim doktor amcaya:
"Okula gitmem gerek. Çok uzun süre burada kaldım" dedim. Ve hastaneden çıkmak için elbiselerimi istedim.
Yıkanmadan ve düzeltilmeden bir araya toparlanmış giysilerimi aldım ve giyinmeye başladım. Okul önlüğümün üzerinde yırtıklar ve kurumuş kanlar vardı. Ve buruşuktu. Pantolonumu giydim. Montumu da üzerime geçirince ceplerimi karıştırdım ama cebimde hiç para yoktu. Hastane şehir dışında olduğu için bir araca binmek durumundaydım ve bilet alacak paramın olmadığını fark ettim. Hemen hastanedeki yaşlı doktor amcanın yanına gittim. Durumu açıkladım.
O da bana:
"Seni bir ambulansa bindirip evine yollarım. Sen hastanenin bahçe kapısında bekle" dedi.
Ben de binanın dışına çıkarak dış kapıda beklemeye başladım.
Yaklaşık bir saat boyunca dışarıda soğukta yaralarımın sızısıyla oturdum. Ne gelen vardı ne de giden.
Daha sonra yaşlı doktor Albay Namık geldi yanıma. Beni arabasına bindirdi ve kendi evine götürdü. Akşam olmak üzereydi. Evin kapısını çaldık. Kapı açıldı ve bir kadın bizi karşıladı. İçeri girdim. Albayın hanımı yere diz çöktü ve bana ağlamaklı gözlerle baktı.
"Sen Can mısın?" dedi. Başımı evet dercesine öne eğdim.
Beni sevgiyle kucakladı ve saçlarımı anne şefkati ile okşarken;
"Geçmiş olsun yavrum. Çok üzüldüm yaşadıklarına. Ama seni çok fena halde dövmüş olsa da onlar senin annen ve babandır. Mutlaka senin iyiliğin için bir şeyler yapmak istiyordur. Ve bu sefer biraz fazla ileri gitmiş olabilir." dedi.
Sonra beni elimden tutarak salona götürdü. Çocuklarıyla tanıştırdı.
Beni sevgiyle karşıladılar ve benim için en güzel yemeklerle hazırlanmış masaya hep birlikte oturduk.
Biraz olsun sıcak bir evin ne demek olduğunu ve ailenin nasıl olması gerektiğini gördüm. Sabah olunca albayın görevlendirdiği bir askerle beraber evime kadar bırakıldım. Kapıda arabadan indim. Etrafta kimsecikler yoktu.
Ev kapısına doğru ilerledim. Yavaşça kapıyı ittim, içeri girdim. Annem odadan soğuk bir yüz ifadesiyle çıktı. Bana kızgınlıkla hiçbir şey söylemeden uzun uzun baktı. Önemsedim. Önemsemek istemedim.
Hiçbir şey olmamış gibi odama gittim ve okula hazırlandım. Çantamı alarak evden çıkmak üzereydim ki Annem:
"İstersen bu gün okula gitme" dedi.
Ben de:
"Okuluma gideceğim. Bu gün Ece Amcanın okulda konferansı var, onun söyleyecekleri çok önemli ve ben kaçırmak istemiyorum" dedim. Evden ayrıldım. Otobüs durağına doğru yürüdüm ve ilk gelen otobüse bindim. İçerde bir koltuğa yerleştim. Bu gün otobüse bindiğim nadir günlerden biriydi. Oturduğum yerden dışarıya rasgele bakarken uzaktan başı beyaz bir bezle sarılı ve bir elinde koltuk değneği bulunan birisinin yürüdüğünü gördüm. Birden kalbim acıyla çırpındı. Tekrar sargılı ve değnekli adama baktım. Bu adam babamdı.
O anda anladım ki asker ağabeyler ve Tülükabaklar ile arasında bir sürtüşme yaşamıştı.
Her şeye rağmen, babamı o halde görünce çok üzüldüm. Gözyaşlarımı tutamadım. Neden ağladığımı da bilemedim.
Sadece neden sorusunu bir kez daha kendime artık bir cevap almak istercesine sordum.
Okula geldiğimde arkadaşlarım ve öğretmenlerim çoktan sınıfa girmişlerdi. Ben de sınıfta sırama gidip oturdum.
Öğretmenim ve arkadaşlarım bana çok iyi davrandılar. Ve benim için çok üzülmüşlerdi. On gün boyunca askeri hastanede yattığım için beni ziyarete gelememişlerdi. Çünkü şehrin içinden uzak, tepede bir askeri hastaneydi.
Üçüncü derse doğru bana hastanede verilen ağrı kesicilerin etkisi geçince vücudum şiddetli bir şekilde ağrımaya başladı. Elimde olmadan gözümden sicim gibi yaşlar geliyordu. Öğretmenim dayanamadı yanıma geldi.
Benim ağladığımı görünce hemen beni ve çantamı alıp öğretmenler odasına götürdü. İki koltuğu yan yana getirip bana yatak yaptı. Ve okulun karşısındaki Devlet Hastanesi'nden bir doktoru bana bakmak üzere çağırdılar. O arada askeri hastaneye telefon açılarak verilen ilaçlar hakkında bilgi aldılar. Doktor geldi ve benim yaralarıma tekrar pansuman yaptı. Bana pansuman yaparken doktorun hiç belli etmeden ağladığını gördüm. Başımı yine yana çevirdim. Bana ağrı kesici verdi. Biraz kendime gelince gözlerimi açabildim.
O anda başucumda birisinin olduğunu fark ettim.
Bu yaşlı amca gülen gözleriyle bana bakan ve endişelenen Ece Amca'dan başkası değildi. Onu görünce gözlerinden iki damla yaş süzüldü.
Bana doğru bakarak
"Ne oldu sana Can? İyi misin? dedi elimi tutarak.
"İyiyim Ece Amca. Biraz yaralarım acıyor da onun için ilaç almam gerekti" dedim.
Ece Amca;
"Tamam oğul. Olmuş bitmiş artık. Babandır. Seni yetiştirmeye çalışıyor. Şurada ne kaldı büyümene. Bak yakında askere gideceksin benim gibi. Belki de asker olursun. Ne dersin? Olmak ister miydin? Senin gibi delikanlıya da ne güzel yakışır o subay elbiseleri."
Gözümde birden kendimi canlandırmaya başladım. Büyüdüğüm zaman asker olabilirdim. Ece amca ve hikaye kitabımdaki Mehmetcik gibi bir kahraman olabilirdim.
"Sahiden asker olabilir miyim" dedim.
Ece Amca;
"Tabiî ki olabilirsin. Ama önce kendinin bir asker olabileceğine inanman gerekiyor. Sen, kendin inanırsan ve ne yapılması gerekiyorsa yaparsan olursun. Zaten çok çalışkan bir öğrencisin. Sınıfta ilk okumayı sen öğrendin. Ne sorarsam sorayım her zaman bir cevabın var. Sen bir asker olacaksın" dedi.
Hemen aklıma yoldaki okuma yazma bilmeyen asker ağabeyler geldi. Onların, orada açılan Ali Okulu'nda okuma yazma öğrenmeye çalıştıklarını biliyordum. Fakat renkli kitapları olmadığı için öğrenmeleri de yavaş oluyordu.
Ece Amca'ya gülümseyerek baktım,
"Benim okul yolumda askerler vardı ya Ece Amca. Oradaki asker ağabeylerime renkli kitap götürebilir miyiz? Renkli kitapları olursa çok çabuk okuma öğrenirler. Ve mutlu olurlar." dedim.
Ece Amca;
"Çok güzel düşünmüşsün Can. Sen üzülme ben onlar için renkli kitaplar temin eder ve götürüp bırakırım. Hem bir bakayım, nasıl gidiyor okuma yazma öğrenmeleri." dedi
Sonra yavaşça başımı okşadı. Öğretmenimle selamlaştıktan sonra odadan çıktı.
O anda gerçek bir kahramanla tanışmış olduğumun idrakine vardım.
Gerçek canlı ve bana da insan olmayı ve erdemli yaşayabilmeyi öğreten bir kahramandı. Ömrünün geriye kalanını biz öğrencilerin yetişmesine adamıştı.
Ece Amcayı tanımak bir ayrıcalıktı. Okulumuzun bayramlarında törenlerinde her zaman yanımızda olur ve beraberce İstiklal Marşı'nı söyler töreni kutlardık.
Törenlerde arkadaşlarım ilkokul gösterileri hazırlar ve kimisi arı kimisi kelebek kıyafeti giyerek törene katılırdı. Ben ise okul önlüğümle katılırdım törenlere. Başöğretmenimiz törenlerde Türk Bayrağı'nı taşımam için hep bana verirdi.
Ufak ve cılız bedenimle insanüstü bir çaba harcayarak bayrağı gururla omuzlarım dik olarak taşır ve kimseye vermezdim.
Tören başlamadan önce bütün okul bir araya gelir önce sıraya geçer ve hep beraber İstiklal Marşı'mızı söylerdik. Trampetlerde okul tören alanında yerini aldıktan sonra, hep beraber düzgün adım trampetlerin sesleri eşliğinde stadyumdaki tören yerine gelirdik.
Resmi geçit ve tören kutlamaları bittikten sonra eve dönüş başlar, ben yine geldiğim gibi bayrağı hiç yere koymadan gururla taşıyarak okula kadar tek başıma götürür ve yerine kaldırırdım. Arkadaşlarım, anneleri geldikçe birer birer arkamdan azalır ve anne babaları ile evlerine giderlerdi. Beni hiçbir zaman, hiç kimse izlemeye gelmezdi. Her zaman yalnızdım. Tek başıma gelir ve tek başıma geri eve dönerdim.
Yıllar bir su gibi akıp geçti.
Ve ben ilkokul beşe geldiğimde bir gün Ece Amca elinde bir paketle geldi.
Bana doğru gülümseyerek
"Gel oğlum Can, sana bir armağanım var" dedi.
Meraklı gözlerimin önünde paketi açtı. Paketin içinde üstünde askeri bir top ve Atatürk resmi bulunan, özenle korunup saklandığı belli olan eski bir flama vardı.
Çok güzel ve anlamlı bir flamaydı. Bir an için içimden keşke benim olsa dedim. Ve arkasından Ece Amcanın sözlerini heyecandan hayal meyal duydum:
"Can oğlum bu flamayı sana okul bitirme armağanı olarak getirdim. Çünkü sen güç şartlar altında okula gelerek hep öğrenmek için çabaladın. Okul ve öğrenme sevgine maddi yetersizliklerin, ne de manevi acıların engel oldu. Sen okulu hak ettin. Ve bu savaştan kalma, manevi değeri paha biçilmez olan flamayı da hak ettin. Sen cesur bir çocuksun. İleride önemli görevlere geleceğini biliyorum. Bir sürü insanı kurtaracağını da biliyorum. Ve yeri geldiğinde ülken için canını bile feda edeceğini hissediyorum. Çünkü kendini çok güzel bir şekilde yetiştirdin. Ve başardın." dedi.
Gülümseyerek devam etti:
"Her zaman başaracaksın. Unutma sen görmek istediğinde sevgi her yerdedir. Ben seni çok seviyorum. Bu nedenle de bu emaneti sana saklaman için armağan ediyorum. Ona iyi bak." dedi.
Gözleri dolmuştu. Elini uzattı bana ben de ellerinden öptüm ve tıpkı bir baba ve oğul gibi kucaklaştık.
Ben de onu çok sevdiğimi ve bana öğrettiği her şey için ona minnettar olduğumu söyledim.
"Sen benim için her zaman özel birisi oldun Ece Amca. Bana öğrettiğin hiçbir şeyi unutmayacağım. Her şeyi kayıt ettim yüreğime. Beni sevdiğin ve benimle ilgilendiğin için, içimde yaktığın ışık için ve bana güvendiğin için çok teşekkür ederim." dedim.
Tekrar kucaklaştık.
Kahramanım ve öğretmenim yavaş yavaş uzaklaşarak hayatımdan çıkıp gitti.
Bu Ece Amcayı son görüşümdü.
Görüntüyü tıpkı bir fotoğraf karesi gibi beynimin en aydınlık yerine astım.
Ve o resim hayatım boyunca gözlerimin önünden hiç ayrılmadı.
.
.
BÖLÜM DÖRT
Hiroşima ve Nagazaki
Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Zamanlar su gibi akıp geçti.
Bir görev nedeniyle Almanya'da idim.
Televizyon da Küresel Isınma ile ilgili bir program seyrediyordum. Dünyada Küresel Isınma ile yaşanacak felaketlerinin "dönülmez" noktaya yaklaştığını anlatırken, ekrana bir görüntü geldi ve ben bu görüntüye bakarken donup kaldım.
Ruhum dondu. Her şey bir an için durdu.
.
.
Ve ben yıllarca geriye ilkokul birinci sınıfa gittiğim okuluma geri döndüm.
Sanki zamanda yolculuk yapar gibi bir şeydi bu. Etrafımda bulunduğum mekan silindi. Zaman durdu. Ve görüntüler televizyon ekranı gibi değişti.
Şimdi okulun bahçesinde duruyordum ve Ece Amca karşımdaydı.
Sesi bir anda kulaklarımda yankılandı.
Elindeki kitapçığı işaret ederek
"Bu kuş bir gün gelecek insanları yiyecek. Açlık susuzluk her yerde yaşanacak. İnsanlar bir lokma ekmek ve bir yudum su için birbirini öldürecek. Tutumlu olun. Henüz vakit varken tutumlu olun. Dünyayı kirletmeyin. Savurganlık yapmayın. Yoksa bu kuşlara yem olacaksınız" deyip akbaba resmini gösterdi.
Akbaba gözümde büyüdü….
Büyüdü……
Tülü …
Yoluk bir kuştu….
Ve kupkuruydu…
Ve Ece Amcanın anlattığı ve resmini bulup getirdiği Akbabaydı.
Televizyondaki karede donup kalan görüntü de bir akbaba vardı.
Zenci, ufak ve açlıktan kurumuş bir çocuk vücudunu sürükleyerek yiyecek yardımı almak için son kez çabalayarak akbabadan kaçmak için mücadele veriyordu. Akbaba çocuğu yemek için arkasında, onun tamamen tükenmesini bekliyordu.
Fotoğraf 1994'de Sudan'daki kıtlık sırasında çekilmiş. Bu görüntü, fotoğrafçı Kevin Carter'a Pulitzer ödülünü kazandırmış.
Şok oldum. Ece Amca nasılda doğruyu söylemişti. Her söylediği doğruymuş.
.
.
Ben televizyondaki görüntüye halen inanılmaz gözlerle bakarken telefonlarım çalmaya başladı. Okul arkadaşlarım televizyondaki fotoğrafı görünce, benim o gün "Bu kuş mu bizi yiyecek?" deyip kahkahalarla gülmemi hatırlamışlardı ve beni arıyorlardı.
Bütün gece telefonum sabaha kadar susmadı. İlkokul arkadaşlarım ile birbirimizi yeniden bulduk. Kimimiz savcı, kimimiz hakim olmuştuk. Ülkenin yönetiminde, adaletin sağlanması ve ülkemizin huzuru ve mutluluğu için önemli kararların verildiği yerlerdeydik. Ve bize Ece Amcanın öğrettiklerini yaşadığımız sürece hiç unutmamıştık.
Arkadaşlarımızla gördük ki Ece Amca bize doğru olmayı ve insan olmayı öğretmiş.
Okul arkadaşlarımız birbirimizi bulduğumuzda insanlık için doğru yolda olduğumuzu gördük.
Aradan haftalar geçti ve biz daha sonra öğrendik ki fotoğrafı çeken Kevin Carter fotoğrafı çeker çekmez oradan ayrılmış. Çocuğu alıp oradan kurtarmamış. Ona ödül kazandıracak fotoğrafı çekip gitmişti. Ancak daha sonra çocuğu aramak için geri dönmüştü. Fakat çocuk artık orada yoktu.
Ve fotoğrafçı Kevin Carter, ona ödül kazandıran resmi çektikten 3 ay sonra depresyona girmiş ve intihar etmiş.......
Kim bilir Ece Amcanın bize anlattığı daha neler gerçek olacaktı?
Tekrar Ece Amcayla geçen günlerimi hatırladım ve onu sevgiyle andım. Ve ona bir kez daha içimden teşekkür ettim. Onu tanıdığım için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.
Okul arkadaşlarımla Ece Amca sayesinde tekrar buluşmuştuk. İnsanları birbirine yakınlaştıran ve görünmez bağlarla bağlayanın aynı yerde bulunmak değil, aynı şeyleri öğrenmek ve sevmek olduğunu gördük.
Sevgi, öğrenme ve gelişmeyle bağlanan dostluklar, ayrı yerlerde olsanız da, yıllar da geçse dostluğunuzun üzerinden aynı güzellikte devam edebiliyordu.
Arkadaşlarımla karşılaşmak, eski günleri anmak ve her şeyden önemlisi Ece Amcayı onu tanımış insanlardan dinleyerek tekrar yaşamak çok etkileyiciydi.
Asıl enteresan olan da arkadaşlarımla bir birimizi bulmamızdan sonra, çeşitli vesilelerle haberimiz olmadan bir araya gelmemiz ve hoş süprizler yaşamamızdı.
Yıllar önce Japon işadamları tarafından nedeni ve konusunu bilmediğim bir işle ilgili, mesleğimde en iyi ve güvenilir olduğum için toplantıya davet mektubu aldım.
Çok ilginç ve esrarlı bir anlatımı vardı:
"Mr Can Akın
Türkiye'de yapacağımız bir yatırım için, Türkiye'nin değişik bölgelerinden, değişik meslek guruplarından uzmanlığında üst bilgi seviyesine gelmiş ve Japon kültürünü tanıyan kişilerden oluşan on altı kişilik bir danışma gurubu oluşturduk. Yapacağımız yatırımla ilgili danışma gurubumuza sizi de davet ediyoruz. Katılmanızdan onur duyarız. "
Japon İş Adamları Gurubu
Mektubu birkaç kez evire çevire okuduktan sonra katılma kararımı vermiştim. İlginç bir iş gezisi olacağını ve suprizler yaşayacağımı şimdiden görebiliyordum.
Zamanımın çoğunu kendi işimin doldurması nedeniyle aslında bu tür bir geziye hiç vaktim yoktu. Ama ben yine de gitmek istiyordum. Tedirgindim. Kararı zamanın akışına bıraktım.
Toplantının yapılacağı ülkede otelim ve uçak biletlerim bana iletildikten sonra, toplantıya katılıp katılmamayı bir kez daha düşündüm.
Japon toplumuna saygım vardı. Ulusal değerlerine bağlı, geleneklerine saygılı ve çalışkan insanlardı. Türklerle aralarında da çok benzerlik vardı. Ve bizden bir ülkede yapacakları yeni bir yatırımla ilgili fikir alışverişinde bulunmak istiyorlardı.
Nedenini bilmediğim bir dürtüyle yola çıkmak için hazırlandım.
Japonların toplantı için saptadığı ülkeye gitmek üzere yola çıktım.
Havaalanında firma yetkilileri tarafından alınıp otele götürüldüm. Yarın toplantının saat on da olduğu ve dokuz otuzda otelden alınmak üzere hazır olmamı rica ettiler.
Sabah çok erken kalktım ve bulunduğum şehrin ıssız sokaklarını gezdim. Bunu her yabancı ülke veya şehre gidişimde yapardım.
En sevdiğim şeylerden birisi de kimsenin olmadığı en işlek meydanlarda, sabahın çok erken saatlerinde bir süre yürümekti. Bu bana özgürlük duygusu veriyordu. Şehri sakinleri olmadan sadece özel bir anda kendimce şehri yaşamak müthiş bir duyguydu.
Saate baktım dokuza geliyordu, koşarak otele döndüm ve kısa bir kahvaltıdan sonra dokuz otuzda kapım çalındı. Japonların çok dakik insanlardı. Sanırım biz Türklerle hiç benzemeyen özelliklerinden birisi buydu. Dakik olmak. Her şeyi zamanında yapmak.
Firma toplantısının yapılacağı yere gelince arabadan indim ve gökdelendeki ofise doğru ilerledim.
İçeri girdiğimde, toplantı salonunda on beş kişi oturmuş hararetle sohbet ediyorlardı. Japon yöneticiler şaşkın ve hayret içindeydi. İnanmayan gözlerle masada oturan kişilere tek tek sorular soruyor ve sanki bir yanlışlığı düzeltmeye çalışıyordu.
Ben de dikkatle masada oturanlara baktım. Bu kişileri bir yerlerden tanıyordum ama nereden? Hiç yabancı gelmiyordu bana? Samimi sıcak bir şeyler yüreğimden gelip geçmeye başladı. Sonra fotoğraf kareleri birbiri ile eşleşti.
İki fotoğraf yan yana geldi. Atatürk ilkokulu ve Ece Amca. Sonra arkadaşımın küçük halini gösteren bir anı onları nereden tanıdığımı bilincimin yüzeyine çıkardı.
Heyecanla masaya doğru ilerledim. Cengiz. Gözlerime inanamadım.
Hayret içinde seslendim;
"Cengiz"
Başı hafifçe yukarıya kalktı ve şaşkın şaşkın bana baktı;
"Can sen ne arıyorsun burada" dedi
"Sen ne arıyorsan ben de onu arıyorum. Ne tesadüf burada karşılaşmamız değil mi?
"Sanırım çok büyük bir tesadüf. Baksana Japonlarda afallamış durumda. Bize buraya geldiğimizden beri, diğer arkadaşlarla birbirimizi nereden tanıdığımızı soruyorlar? Yaptıkları programa göre tanışmamamız gerekiyormuş. Yapacakları yatırımla ilgili doğru sonuçları elde edebilmek için böyle olması en uygun olanmış. Şimdi sen de geldin buradaki on altı kişiden, on ikisi birbirini tanıyor." dedi ve kahkahayı bastı.
Ben de o anda kendimi tutamadım ve Japonların şaşkın bakışları arasında gülme krizine tutulmuşçasına birbirini tanıyan on iki arkadaşım ve ben gülmeye başladık. Gülmenin kışkırtıcı dalgası yanımızdaki diğer kişilere ve Japonlara sıçradı. Dakikalarca güldük.
Çünkü Japonlar artık neden güldüklerini, bizim neden ve nereden birbirimizi tanıdığını bilmek istiyordu.
Toplu gülme krizimiz geçince masaya kahvelerimiz geldi ve arkadaşlarımızdan en kıdemlisi Cengiz, Japon İşadamlarına bakarak durumu izah etmek istedi.
"Sizler aslında doğru bir çalışma yaptınız. Normalde biz birbirimizi uzun yıllardır görmüyoruz. Ve bu size göre birbirimizi tanımadığımız anlamına geliyor. Çünkü farklı yerlerde doğmuşuz, mesleklerimiz farklı ve birbirine uzak yerlerde oturuyoruz. Buradaki on iki kişinin ortak tek bir özelliği var. Hepimiz Ece amcanın öğrencileriyiz. "
Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes Cengiz'in ağzından çıkacak cümleleri bekliyordu.
Cengiz devam etti;
"Ece Amca 1. Dünya Savaşı'nda Suveyş ve Çanakkale Cepsinde savaşarak vatanı için üstün hizmetlerde bulunmuş ve pek çok askeri kurtarmış bir kahramandı. Kendisi savaşta yaralanmış ve gazi ünvanını almış arkasından da Balıkesir'e yerleşmişti. Hepimiz Ece Amcayı Balıkesir'den tanırız. Çünkü Ece Amca sırasıyla her hafta şehirdeki ilkokulları dolaşarak onlara ahlak, tutumlu olma, dürüstlük ve erdemli insan olma konusunda konferanslar verirdi. Her öğrenciyle tek tek ilgilenir ve onları severdi. O bizim kahramanımızdı.
Balıkesir memur şehriydi. Hava, Kara, Deniz, Jandarma Komutanlıklarının üsleri, polis ve askeri okullar, çeşitli üniversitelerde ve orta dereceli okullarda görev yapan öğretmenlerin çocukları benim okul arkadaşlarımdı. Görev süresi bitenler bir iki sene sonra başka memlekete giderdi.
Ve biz hepimiz Ece Amcanın öğrencileriydik. Bu nedenle siz bizi farklı mesleklerden ve yerlerden seçmişte olsanız, ilkokulun belli bir sınıfında hepimiz Balıkesir'de okumuştuk. Birbirimizi buradan tanırız. Ece Amcanın bir akbaba hikayesi vardı o hikayeye en çok Can arkadaşımız "Bu kuş mu bizi yiyecek" diye, katıla, katıla gülmüştü. Biz de en çok Can arkadaşımızın gülmesine gülmüştük. Ve Ece Amca, akbaba hikayesini ve Can'ın bu hikayeye gülüşünü bütün okullarda anlatırdı" dedi.
Japon yöneticiler on iki kişinin tanıdık olmasının nedenini öğrendiklerinde, organizasyonlarında bir hata yapmadıklarını ve her şeyin bir tesadüf eseri gerçekleştiğini anladılar.
Japonlar, Cengiz arkadaşımızın anlattıklarından ve Ece Amca'nın I.Dünya Savaşı sırasında Kurtuluş Savaşı'nda gösterdiği kahramanlıklardan çok etkilenmişti.
Öğlen yemeği için toplantıya ara verdiğimizde, yöneticilerin uzunca bir süre salonda olmadıklarını gördüm. Sanırım eski dostları yalnız bırakmak ve sohbet etmelerine fırsat vermek için yanımızdan ayrılmışlardı. Uzun zamandır göremediğim arkadaşlarımla derin sohbetlere daldık. İlkokul anılarımın arasından çıkıp gelen dostlarımı ne kadar da özlemiştim.
Yaşadığım her günün ne kadar güzel olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. Oysa ben o günleri yaşarken hiç birisinin tadına varamamıştım. Dostluğun, arkadaşlığın. Sanırım anılar da yıllanmış şaraplar gibiydi. Zaman gelip geçtikçe değeri anlaşılıyordu. Ve siz onları tekrar yaşarken tadının farkına varıyordunuz.
Öğle yemeğinin bitiminde Japonlar ellerinde bir tomar kağıtla geldiler. Heyecanla masanın başına oturduk. Kağıtları yavaş, yavaş açtılar ve bize içinde asker üniformalı Japon resimlerini göstermeye başladılar.
"Bu kişiler bizim dedelerimiz ve hepsi de II. Dünya savaşında şehit oldular. Bizler onları hiç tanımadık. Anne ve babamızın bize anlattığı kahramanlıklarından onları tanıyoruz. Ve onları çok seviyoruz. Tıpkı Ece Amca'nız gibi bizim dedelerimiz de bir kahraman. Ülkesini kurtarmak için savaştılar ve cephede bizim için öldüler." diyerek konuşmasını güçlükle bitirebildi. Nagazaki ve Hiroşima'ya atılan atom bombalarının anıları canlandı her birinin gözlerinde. Gözyaşları sel oldu aktı.
.
.
Hepimiz çok duygulanmıştık. Her tarafı hüzün sarmıştı. İnsan olmanın ülken için, kurtuluş için savaşmanın onurlu gözyaşlarıyla, sevdiklerini kaybetmenin ve insanlığın savaş dramının acı gözyaşları aynı anda aktı gözlerimizden.
Hemen ayağa kalktım. Nagazaki ve Hiroşimo'da ölenler için saygı duruşunda bulunmayı önerdim. Bir dakikalık saygı duruşundan sonra sessizce yerlerimize oturduk. Bu sefer Japon yönetici kalktı, Ece Amca ve Çanakkale Savaşı şehitleri için saygı duruşunda bulunmayı istedi. Hemen kalktılar ve bir dakikada Ece Amca ve bizim şehitlerimizde için saygı duruşunda bulunduk.
.
.
Japon İşadamlarından birisi orada yaşadığımız olaydan çok etkilenmişti. Ve "bu hikayeyi kısaca yazar mısınız?" dedi.
Ben de herhalde çocuğuna okutacak diye düşünerek çok basit bir dille Ece Amcayı ve akbaba hikayesini bir kağıda yazıp Japon işadamına verdim.
Adam kağıtla birlikte kayboldu ve geldiğinde hikaye Japoncaya çevrilmişti. İnternet ortamına aktarılarak, üye olduğu bütün Japon işadamları guruplarına ve Japon Ticaret Odası üyelerine gönderdi.
Çok şaşırmıştım. Japonlara; onların kahramanlarını, insanı değerleri yüceltmelerine bunu çevreleri ile de paylaşarak, sevgiyi-saygıyı ve onuru çoğaltmalarına hayran olmuştum.
Hepimiz birbirimize baktık. Hiç bu kadar anlam yüklü bir gün geçirmemiştik. Bugün harika bir gündü.
Ve biz sevgili Ece Amcamızı bir kez daha sevgiyle başkalarına ve bir sonraki nesle anlatma fırsatını yakalamıştık.
Onların da gerçek kahramanları olsun diye.
Şimdiki televizyonların ve internet oyunlarının sanal kahramanları yerine gerçek kahramanlar ve insan sevgisiyle kanının son damlasına kadar ülkesine ve o ülkede yaşayan milletine hizmet verenler unutulmasın.
İlkokula giderken her çocuğun hayalinde genelde bir kahraman olur. Bizim zamanımızda televizyon olmadığı için, Texas, Tom Miks, Kızıl Maske, Zagor gibi kitaplar okunurdu. Ve kahramanlarımız bu tür roman kahramanı hayali yaratılmış kişiliklerdi.
Ben ve o dönemdeki arkadaşlarımız çok şanslıydık, çünkü bizim kahramanımız hayali kişilik değil, canlı bir kahramandı. Ece Amca bizim kahramanımızdı. Çooook…çok şanslıydık.
Uzun bir yolculuktan sonra evime güzel anılarla dönüyordum. Yolculuk boyunca sürekli düşündüm. Yaşantımda hangi insanlar beni çok etkilemişti.
Şu anda ben olan "Benin" oluşmasında kimlerin sözleri bir daha hiç benden gitmemek üzere benim karakterim olmuştu. Kimlerin sevgisi ve ilgisi beni yaşama bağlamış ve o andan sonra gideceğim yönü tayin etmişti.
Her zaman için hayatta tesadüfler var desem de, artık hiçbir tesadüfün olmadığını biliyorum. Yaşantımda herkes ve her şey tam zamanında ve olması gerektiği gibi karşıma çıkmıştı.
Yine tesadüftür diyeceğim ama küçükken karşılaştığım ve bana bir şekilde yardım etmiş insanlarla hayat yolumda tekrar karşılaştım. Nasıl ve niçin olduğunu bilmiyorum. Sanki bir şey bana yardım edip o an için durumuma üzülen insanlarla beni bir kez daha karşılaştırmıştı. Ve onlara şu mesajı vermek istemişti:
"Küçük bir çocuğa göstermiş olduğunuz sevgi ve ilgi onun yaşamı ve bundan sonraki yapacakları için çok önemliydi. Hiçbir emeğiniz boşuna gitmedi. Bakın bu çocuk şimdi burada ve herkes adına önemli kararların verildiği, can alıcı işlerin bitirildiği bir yerde. Ve emin olun ki içindeki sevgi ve durduğu yer, herkesin hayrını gözetecek güçte.
Ve sizler, sizden sonra gelecek bir sonraki neslin, bilseniz de bilmeseniz de her şekilde öğretmenleri oldunuz. Çevrenizde küçük bir çocuk, öğrenci veya erişkinliğe adımını atan bir varlığın örnek aldığı kişi olabilirsiniz.
Siz bilmeseniz de, siz onun "Kahramanı" olabilirsiniz.
Çocuklar genelde çok iyi bir gözlemcidir. Sizin söylediklerinizden ziyade sizin hareketlerinizi ve davranış şekillerinizi kopyalar ve taklit eder. Ve çocuklar gerçekten sevilip sevilmediklerini ve bir insanın niyetini çok açık olarak anlar ve hissederler.
Bu nedenle belki günün birinde bir çocuğun, bir öğrencinin yanından geçeceksiniz. Beki de bir sürü çocuğun öğretmeni olacaksınız. Veya Baba Anne olacaksınız. Veya Ece Amcası olacaksınız.
Biliniz ki; her gülümsemeniz, onun bir insan gibi yetişmesine her katkınız, her iyi ve rehber davranışınız, onu her teselli edişiniz, ona her kelimeyi öğretişiniz, her hayat dersinde onun bir adım daha ileri gidişine vesile oluşunuz, sizlerin eseri olacak.
Siz gün be gün bir evi inşa eder gibi, tek bir sözle, tek bir gülümseyişle ve belki de yalnız bir tek kelimeyle koca bir insan ruhunun inşasına tuğla yerleştirmiş olacaksınız.
Ve çocuklarımız, bizim eserimiz olacak.
Ve gözümüzün iliştiği her çocuk bizim çocuğumuz.
Yardım elimizin uzanabildiği her küçük varlık bizim geleceğe bir armağanımız.
Ülkemizde ve dünyada Ece Amca gibi kendini insanlığın gelişimine ve geleceğin bilinçli bir şekilde inşasına adamış kahramanların hep var olmasını diliyorum.
Bu kitabı Ece Amca'ya ve ismi bilinmeyen gerçek kahramanlara adıyorum.
Şimdi eminim Ece Amca'nın bana verdiği üzerinde Atatürk ve top resmi bulunan flamayı ne yaptığımı merak ediyorsunuzdur..
Nerede olduğu
Bir sır…
Ama bilin ki
Şu anda çok iyi bir yerde dalgalanmakta….
Yazan : Can AKIN
.
.
Ali Saip ECE KİMDİR..?
Ali Saip ECE 1884 yılında İzmir'de doğdu. Babası Hüseyin, annesi Hatice'dir.
1910 yılında Harbiye'den mezun oldu. I. Dünya Savaşı'ında Süveyş, Çanakkale cephelerinde üstün yararlıklar gösterdi. Bu savaşlarda yaralanarak evlenme gücünü kaybetti. Avusturya ve Alman hastanelerinde tedavi olmasına rağmen eski sağlığına kavuşamadı. 1934 yılında Binbaşı iken malulen emekliye ayrılarak Balıkesir'e yerleşti.
Bundan sonra hayatını Türk Milli Eğitimi'ne adayan Ali Saip ECE Balıkesir'in tüm okullarında ahlak hakkında sık sık konferanslar vererek öğrencilerin büyük sempatisini kazandığından, kendisine akıl hocası anlamına gelen "ECE AMCA" adı takıldı. Bu adla anılmaya başlayan Ece Amca, babasından kalan servetiyle maaşını birleştirerek Balıkesir'in köylerinde 12 İlkokul Kurulmasına yardımcı oldu... Bu arada okullardaki konferanslara da devam ederek kendisini tüm halka sevdirdi. Balıkesir de Ece Amca'ya karşı herkeste sevgi, hürmet hisleri belirdi.
Ece Amca şehrimizin merkezinde de bir okul yaptırmayı düşünüyordu. Balıkesir Valisi Sayın Niyazi Akı önderliğinde ve Ece Amca'nın 80.000TL. katkısıyla ECE AMCA İLKÖĞRETİM OKULU yaptırılmıştır...
Süveyş ve Çanakkale savaşları komutanı Gazi Binbaşı Ali Saip Ece Balıkesir de yaşayan herkesi etkilemiştir… Balıkesirliler de unutmamak için caddelerine, sokaklarına, okullarına, kütüphanelerine, Ece Amca ismini koymuştur.
25 ocak 1976 tarihinde yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefat etmiştir. Başçeşme mezarlığının girişindeki kabri bulunmaktadır.
Ruhu şad olsun.
.
.
ECE AMCA İLE İLGİLİ ANINIZI LÜTFEN YAZIN....
Can Akın
mr_canakin@hotmail.com
.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder